3 Kasım 2024

Prof. Dr. İsmail Coşkun- 11/02/2012

Coğrafya, Tarih, Medeniyet

Coğrafya, tarih, medeniyet gibi meseleler, iki asırdır gündemimizde olan meselelerdir ve daha uzun zaman gündemimizde olmaya devam edecektir. Erol Güngör, 1960-70’li yılların Türkiye’sine ışık tutmaya çalışmıştır. Günümüzdeki sorunların çözümünü tarihte aramıştır. Ama bunu klişeleşmiş olarak sunmayacağız; çünkü bizim şu anki soru ve sorunlarımız çok farklı. Herkes kendi zamanının çocuğudur. Siz, bu zamanın çocuğusunuz, biz kendi zamanımızın çocuğuyuz. Şimdi kendi sorularımızı sormak zorundayız. Problem, dünya, ısı, küresel iklim, küresel finans… Hepsi değişiyor çünkü.

Coğrafyadan bahsetmeyi içinde yaşadığımız coğrafya çok önemli olduğu için seçtim, dikkat çekmek istedim. Aslında Anadolu çok bela bir coğrafyadır. Biz ise bu coğrafyada bir yön tutmak zorundayız; yoksa uluslararası ilişkilerde meze durumuna geliriz.

Modern dönemde öyle olmak durumunda kaldığı için- yenilginin, küçülmenin getirdiği fazla bir coğrafya vurgusu vardır. O anlamdaki coğrafyadan bahsetmiyorum. Ulus devlet bütününü daha bir aşan, geniş, medeniyetlerin-uygarlıkların oturduğu bir yer olarak daha geniş anlamıyla kullanıyorum. Daha bir değer, siyaset, tarih, deneyim yüklü bir şeyi kastetmek istiyorum.

Coğrafya önemlidir; çünkü bir pozisyon almadır. Sadece savaş anlamında değil, o coğrafyanın imkânlarını da tanımak gerekir. Coğrafya, üzerindeki beşer faaliyetlerinin etkisi ile önemlidir. Eski tarihten itibaren büyük imparatorlukların ortaya çıktığı Akdeniz coğrafyası bu nedenle önemlidir. İnsanların yerleşmesiyle kültür ve medeniyet oluşur, deneyimler kazanılır ve toplumsal-siyasi olarak o coğrafya önem kazanır. İnsan etkinlikleri kurumsallaştığı ölçüde bu etkinlikler uygarlığa dönüşür. Uygarlık da coğrafya ile ilişkilidir; bir kez kurumsallaşınca, inatçı bir biçimde oraya bağlı kalır. Bu nedenle uygarlıklar ölümlü değildirler, inatçı bir biçimde o coğrafyaya bağlı kalırlar, inatçı bir sürekliliktir bu. Braudel: “Uygarlıklar ayrık otu gibidir” der. Çünkü ekonomik, siyasi, toplumsal kurumsallaşmalar devam eder.

Eski medeniyetlerin ortaya çıktığı coğrafya Akdeniz ve Yakın Asya coğrafyası olduğu için bu coğrafyayı önemsiyoruz. Yani bu coğrafyayı önemli kılan, üzerinde yaşanan tarihtir. Gruplar-toplumlar o coğrafyayla kurduğu ilişkilere göre onu kendisinin kılar. Hayat, yerleşme, kent, devlet, siyaset, ticaret, üretim ve bütün bunlarla beraber kültür ve kurumları oluştururlar. Pek çok toplumsal çözümler üretirler, deneyimler inşa olur. Bu anlamda coğrafya üzerinde yapılanlarla anlam kazanıyor. Esas zemin coğrafyadır ancak ona anlam kazandıran üzerinde tarih yapılabilirliktir. Bu anlamda coğrafyayı aşırı kutsallaştırmamak gerekir. Üzerinde bir şeyler yapabiliyorsanız o coğrafya sizindir, yapamıyorsanız değildir. Eskiden söylediğiniz Yemen türküsünü bugün söyleyemezsiniz. Bosna, Yemen, K. Afrika ile bugün başka türlü ilişkilere girerek anlam kazandıracağız.

 Amerika’nın keşfinden (1492) Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesine (1918) kadar geçen 4-5 asırda elimizde son küçük bir toprak (Anadolu) kalmıştır. Ama bu küçük toprak parçasında da değerler miras kalmıştır. Yine o kalan değerler mirasına dayanarak kendini yeniden inşa etmiştir. Pers, Bizans, Roma, Hıristiyanlık… Bizim topraklarımız tüm bunları içerir. Ama bunu doğru kullanmak için çok farklı bir dile, üst bir yaklaşıma ihtiyaç var.

Günümüz güç ilişkilerini çözümlerken, uygarlık kavramını öne çıkararak bakmak gerekir. Sınırlar gelir ve gider. Bunlar, tarihsel şeylerdir, kalıcı değildir. Uygarlıktan kalan mirastır kalıcı olan. Süreci yönetemez hale gelindiğinde uygarlık sıkışmaya başlar, daralma yaşar. Bu, sıkıntılı bir durumdur ama geçicidir. Çünkü arkamızda dayandığımız şey 4-5 asır Batı’ya karşı direnmiş bir tarih. Bugün de o direnme kodlarına dayanarak kademe kademe kendini inşa ediyor. Bu, bir milletin dünyayı yönetme tecrübesidir.

Ulus devletler, hem tarihi çok fazla yüceltirler hem tarihe müdahale ederler. Modern devletler de arşive müdahale ederler, Orwell’in 1984’te anlattığı gibi. Ancak tarih, bir yüceltme alanı değil, tecrübedir. Tarihsel tecrübemiz bizi güçlü kılar ancak diğer taraftan da yeni bir deneyimi inşa etmek durumundayız. Tarihimiz, Ortadoğu ve dünya meselelerine nasıl bakacağımız konusunda bize ipuçları verir. Zamanında Osmanlı’nın aynı bölgelerde uyguladığı diplomasi yöntemini bugün de Ankara’nın uygulayarak başarıya ulaşması tarihin tecrübelerinden yararlanarak güçlü olmaktır. Bu, eski mirasa dayanıp, güçlü olmamızı sağlar.

Hazırlayan

Sümeyye Ünal (Gelişme 2)