15 Ekim 2024

“Spor Hayatında Yer Alsın…”

Gündelik hayatın koşuşturmacası içerisinde durup dinlenmeye vakit bulamayan şehir insanı ne yapsın? Koşsun efendim, koşsun! Çıksın en yakın parka, koruya, ormana, deniz kenarına ve koşsun.Bu sayıda sizler için Pembe Panter JK’nin 1 numarası Turgut Kozan ile Yıldız Parkı’nda hem koştuk hem de koşu ve koşuya dair konularda hasbihal ettik.

Yıldız Parkı, Beşiktaş sırtlarında bulunan Yıldız Sarayı’nın alt kısmından İstanbul Boğazı’na doğru uzanır ve ulaşım açısından oldukça kolay bir noktada bulunur. İçerisinde Bizans ve Osmanlı döneminden izler taşıyan koruda havuzlar, şelaleler ve göletlerin yanı sıra dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş çiçek ve ağaçlardan oluşan bahçeler ve çok çeşitli hayvanlar da bulunmaktadır. Yıldız Parkı manolya, defne, erguvan gibi hoş kokulu ve asırlık ağaçların arasında, göl kenarında, sincaplar ve yeşil papağanlar arasında koştuktan sonra yorgunluk kahvesini tarihi köşklerde içme imkânı sunması yönüyle oldukça cazip bir koru olma özelliği taşımaktadır. Yazının tamamını Yıldız Parkı’na ayırsak yine de koruyu anlatmakta eksik kalırız. Siz en iyisi gidip kendi gözlerinizle görün. Gitmişken de koşmaya başlayın. Hem yeterince istikrarlı bir koşucu olursanız belki bir gün koşarken Turgut Ağabey’e de denk gelebilirsiniz.

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

1983 Sivas doğumluyum. 2002’de Boğaziçi Üniversitesi’ne yerleşmek için İstanbul’a geldim. Birer hafta arayla da hem KOCAV öğrencisi hem de Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi oldum. 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü’nden mezun oldum. Ardından profesyonel iş yaşamına Denizbank’ta müfettiş yardımcısı olarak başladım. Mart 2019’a kadar orada çalıştım. Mart 2019’danitibaren deBupa Acıbadem Sigorta Türkiye iç denetim başkanlığını yapıyorum.

Koşmaya nasıl başladığınız?

Aslında hareket hep hayatımda vardı. Sivas’ın 1500-1600 rakımlı bir köyünde doğup büyüdüm. Köyde doğup büyüdüğüm için tarlaya git gel, köyde yürü vesaire derken hep hareket ettim. İstanbul’a gelinceye kadar hayatım orada geçti. Bu muhtemelen deniz seviyesinde daha rahat hareket etmemi sağlıyor. Bununla birlikte tabi üniversiteye gelince çok hafif spor yaptım. Sonra özellikle iş hayatına başlayınca çok çok kilo almaya başladım. Hatta öyle ki 95 kilo bir adam haline geldim. Çünkü yaptığım iş nedeniyle çok fazla şehirlerarası seyahate çıkıyorduk. İşimizi yaptıktan sonra kalan kısımda “ne yenir?” peşinde koşuyorduk ve haliyle bunlar bana kilo olarak döndü. Hal böyle olunca kilo vermek için uzun uzun yürüyüşlere başladım. Sonra bir arkadaşım dedi ki “Çok güzel koşu grupları var. Neden koşmuyoruz?” Sonra ünlü bir markanın koşu grubuyla bir gün koşuya gittim. Gidiş o gidiş. Bir daha koşuyu bırakmadım. Hala hatırlarım 30 Mart 2015’te ilk bir grup koşusuna gittim ve o tarihten bu yana ufak tefek salgın vb. kısa aralar dışında koşu disiplinli ve düzenli olarak hep hayatımda yer alıyor.

Yarışlarsizin için ne ifade ediyor?

Yarışlar, en azından benim için, bu işi disipline etmek için çok güzel araçlar. Hiçbir zaman için bir yarışı mutlaka bitirmek, o yarışı şu sürede bitirmek, şununcu bitirmek gibi kavramlar benim için amaç değil. Hep araç olarak görüyorum. Bir yarışa gideceğim zaman, yarış için daha disiplinli spor yapmak gerektiğinden, o disipline girmeyi ve o düzeni seviyorum.

Katıldığınız yarışlardan bahsedebilir misiniz?

Mart 2015’te ilk koşuya başladıktan sonra hemen bir İstanbul Yarı Maratonu vardı. Bu yarışın 10 km kategorisi ilk yarışım oldu ve ilk hatıra madalyamı orada aldım. Sonrasında tabii giderek farklılaşan mesafelere katılmaya başladım. Yarı maraton ve maraton koştum. Ama o süreç içerisinde birkaç kez farklı gruplarla Belgrat Ormanı’nda ayağım toprağa değdi. Burası çok kritik benim için çünkü artık benim koşmaktan anladığım şey orada farklılaşmaya başladı. Bir defa “patika koşmak” kavramına aşina olduktan ve o keyfi aldıktan sonra, (elbette koşularımın en az yarısı yolda, asfaltta geçiyor) başka hiçbir şeydenkeyif alınmıyor. Tabi patikalara gidince de bu sefer başka bir yarış kategorisi daha karşıma çıkmaya başladı. Yolda koşarken 10 km koştum, yarı maraton koştum, maraton koştum ama patikaya ayak değince bu sefer hayatınıza ultra maraton diye bir şey giriyor.  Veya patika yarışları da diyebiliriz. Ultra maraton bir tanıma göre normal maraton mesafesi olan 42.195 metrenin üzerindeki yarışlara verilen ad. Ama bazı tanımlarda ise 100 km üzeri mesafelerdeki yarışlara verilen ad. Bir diğer şeyde ultra maraton deyince hiçbir zaman için asfaltta veya düz yolda yapılan koşudan bahsedilmez. Hep patikalarda, dağlarda, ormanda, çölde farklı zeminde yapılan yarışlardan bahsedilir.

Antalya’da 2016 Mart ayında ilk yarı maraton mesafemi koştum. İspanya ve Barselona benim için çok özeldir. Barselona’yı çok severim. Karar verdim ilk maratonumu Barselona’da koşacağım diye. 2017 Mart ayında da Barselona’da ilk resmi maratonumu koştum. Maraton bitirme madalyamı da orada aldım. Bu ilkti sonrasında bir maraton daha koştum. Artık yol maratonu çok fazla hayatımda yok aslında. Yedi senedir aktif koşuyorum fakat koştuğum maraton sayısı iki, yarı maraton sayısı da on değildir. Çünkü ben tamamen patikalara evrildim. İstanbul’da Belgrat ormanları içerisinde yapılan Geyik Koşuları var. İstanbul’da yaşayan pek çok patika koşucusunun ilk patika yarışı deneyimi oradadır. Ben de ilk bununla başladım. Ardından ilk maraton mesafesi üzerindeki yarışımı da yine 2017’nin Kasım ayında Bodrum’da koştum. Bodrum benim için özel bir yer ve özel bir yarış halini aldı. O seneden itibaren pandemi sebebiyle yapılmaması hariç her sene farklı kategorilerine,bir sene 50 km, bir sene 100 km mesafelerine katıldım. Son iki yarışında da 60 km mesafelerinde koştum. Kasım sonunda gidip hem mini bir tatil (çünkü bodrum boş ve son derece keyifli oluyor) hem de keyifli bir yarış. Tabi bu patikalarda koşmaya başlayınca da özellikle 2018’de yurt içinde çok fazla yarışa gittim. Çok güzel iki arkadaş kazandırdı bana bu yarışlar. Sürekli onlarla birlikte idman yapıyoruz ve yarış planlıyoruz. Yurt içinde koşarken de “Acaba yurt dışında bu iş nasıl oluyordur?” diye düşünmeye başladım. Çünkü Barselona Maratonu’ndan da o tadı almıştım. Yurt dışında insanların desteği muazzam. Çünkü bu gerçekten bir kültür ve üzülerek söylüyorum İstanbul Maratonu bence dünyanın en iyi maratonu olması gerekirken en azından bu yedi senelik süre için şunu söyleyebilirim; bir organizasyon her sene ancak bu kadar geriye götürülebilir. 2019 Nisan ayında da ilk yurt dışı ultra maratonuma gittim. Yine 2019’un Ağustos ayında ultra maratonların, teşbihte hata olmaz, haccı olarak kabul edilen Ultra-Traildu Mont-Blanc Yarışı vardı. Dünyadan yaklaşık on bin koşucu farklı kategorilerde ve kura ile katılır. Katılmak için öncesinde belli başlı yarışları bitirmeniz gerekir gibi kriterleri var. Yarış çok enteresandır. Benim katıldığım kategoride İtalya’nın Courmayeur kasabasından başladık sonrasında koşarak İsviçre sınırlarına girdik. Champex-Lac ana kontrol noktamızdı ve İsviçre’yi tamamladıktan sonra da Fransa sınırlarına giriş yaptık ve Chamonix ana kamp alanında bizim de kaldığımız kasaba olan Chamonix’de bitti. Aslında koşarak üç ülkeyi geçmiş olduk ve Mont-Blanc’ın etrafını döndük. Gelince bazı arkadaşlarım “Hadi sen de hacı oldun.” esprisi yapmışlardı.

Ne zaman, nerede, kimlerle, hangi koşulda ve zeminde koşulur?

Bu çok değişken bir mesele. Tavsiye değil de tecrübelerimi paylaşabilirim. Ben tipik bir beyaz yakalı olarak 8.30-17.30 oldukça yoğun bir mesaide çalışıyorum. Hatta yurt dışı bağlantılı olarak çalıştığım için zaman zaman akşam 19.30-20.00 hatta daha da uzayan toplantılarım olabiliyor. Dolayısı ile ben mümkün olduğu kadar sabah koşmaya çalışıyorum, sabah koşularını seviyorum da. Özellikle kilo vermek anlamında da bilimsel olarak söylenilen bir şey bu. Hele de kan şekerini düşürmeyecek, hafif, ceviz gibi şeyler atıştırıp çıkılınca zaten enerji depoları boş olduğu için vücudun koşudaki enerji için yağlara gitmesi daha kısa süre alıyor. Daha hızlı yağ yakımı oluyor ve boş mide ile koşmak daha keyifli bir şey. Onun dışında hafta sonları zaten koşuyorum. Bu çok kişisel bir şey akşam vakit ayırabilen akşam koşabilir. Mesaim 15.00-16.00 gibi bitseydi sabah erken kalkmaya ihtiyaç olmazdı. Bir de sabah koşularını şundan seviyorum. Hafta içi çalıştığım için ormana gitme olasılığım çok çok düşük. Yazın yine 5.30’da kalkıp 6.00’da Belgrat Ormanı’nda koşmaya başlıyorum ama maalesef dönüşte Maslak trafiği “Hoş geldin!” diyebiliyor. Tabii zorlu bir şehirde zorlu koşullarda yaşıyoruz. İstanbul çok kalabalık bir şehir. Etrafı boş bulmak zor olabiliyor. Kalabalıkta ve gürültüde çok fazla keyif alamıyorsunuz. Hafta içi sabahları koşuyorsam Bebek Parkı’ndan başlayıp Ortaköy’e doğru gel-git veya İstinye’ye doğru gel-git şeklinde ya da koşacağım mesafeye göre her iki tarafı da kullanabiliyorum bazen. Sabah koşularının şöyle bir güzelliği var. Hafta içi sabahlarında Bebek Parkı gerçekten İstanbul’un en popüler koşu yerlerinden bir tanesi. İnanılmaz sayıda koşucu görüyorsunuz ve tanışık olmanıza gerek yok bazen arka arkaya araç park ederken bile “Allah Allah bu araç bugün gelmemiş.” diye düşünebiliyorsunuz. Hiç tanımadığınız, belki normal görseniz hiçbir şekilde bilmeyeceğiniz insanlarla, herkes birbiri ile selamlaşıyor. Bu İstanbul’da artık kalmadığını söylediğimiz bir şey amasabah koşanlarda öyle bir şey yok. Ya da birisi yavaşlamış, durmuş ise pek çok insan yapabileceği bir şey var mı diye durup sorar. Gerçekten güzel, keyifli bir ortamı var.

Hafta sonları ben ormanı tercih ediyorum. Belgrat Ormanı deyince de pek çok insan Neşet Suyu Parkuru’nu düşünüyor. Oradan ziyade patikaları tercih ediyoruz. Benzer tempolarda ve benzer mesafelerde rahatlıkla koşabileceğim iki arkadaşım var. Kimlerle koşmalı sorusunda bu önemli çünkü yeni başladığım dönemlerde koşu gruplarına katıldım. Açıkçası bu benim için çok güzel oldu. Çünkü koşuya yeni başladım, malzeme nasıl seçilir bilmiyorum, tempo nasıl ayarlanır bilmiyorum. Orada birileri sizi yönlendiriyor. Ama belli bir noktaya geldikten sonra oradaki trafik gereksiz gelebiliyor, tabii ki insanlar grupla koşmayı da keyifli görebilirler. Ben daha kendime uygun tempo ve kendine uygun mantalitede az insanı tercih ederim. Hele de ultra maraton antrenmanı yapacaksanız. Çünkü bazen ormanda düşük tempoyla ya da bazı yokuşlarda koş-yürü ile 5-6 ay boyunca 6-7 saat boyunca idman yapmak gerçekten de farklı bir bağ gerektiriyor. Dolayısı ile sadece koşu temposunun aynı olması değil ortak konuşabileceğiniz bir şeyler olan insanlar olması da önemli. Mesela benim bu iki arkadaşımdan örnek verecek olursam bizim en az konuştuğumuz şey koşu olabilir. Aslında koşuyoruz ama koşuya dair neredeyse hiçbir şey konuşmuyoruz. Gündelik hayat olur, çok ciddi şekilde film kritikleri, film tavsiyeleri, seyahatler, ülkelerle ilgili şeyler olabiliyor.

Ne zaman koşulur? Çok kişiseldir. Ben sabah koşmayı tercih ediyorum mümkün mertebe. Kimle koşulur? Bence kafadar birileriyle koşulmalı ama tempolar mümkünse çok yakın olmalı birbirine çünkü daha güçlü, daha hızlı, daha uzun mesafe giden birisi ile koşmak yıpratıcı olabilir. Daha kısa mesafede kalan daha yavaş birisiyle koşmak da bu sefer antrenmanı işkenceye dönüştürebilir. Dolayısıyla bu konularda ben hep açık olmayı tercih ediyorum. Bazı arkadaşlarımız diyor ki ben de geleyim. Onlara “Biz gideceksek kaç gideceğimiz belli olmuyor 20 km diye başlarız 40 km koşarız.” diyorum. Tempo yada İngilizcesiyle “pace” kavramı bizde yok. Ne tempoda gideceğimizi bilmiyoruz. Orada bir gölet görürüz onun etrafında fotoğraf çekmek için yarım saat durabiliriz. Dolayısıyla aynı düşünsel yapıdaki insanlarla koşmayı tercih ediyorum ki zaten 3 kişiyiz. Israrlara dayanamayarak bir sosyal medya hesabı da açtık. Koşu camiasında da tanıyan herkes o grubun adı ile Manda İdman Yurdu (@mandaidmanyurdu) diye tanır. Kendimizce manifestomuz da var zaten diğer koşu gruplarına veya koşuya dair diğer inanışlara, kabullere dair.

Koşmak sizin için ne ifade ediyor?

Koşu benim için tam kelimesi ile “tutku”. Bunu bir spor, hobi olarak adlandıramıyorum. Çünkü gerçekten de olmadığı zaman eksikliğini hissediyorum. Hatta şöyle bir örnek verebilirim. Beni en yakın tanıyan insan muhtemelen benden 10 yaş kadar küçük kız kardeşimdir. Bankada çalıştığım dönemde eve geldiğimde bazen çok stresli oluyordum. Bu dönemde kardeşimle birlikte yaşıyorduk. Kardeşim “Ağabey sen bir gidip koşup gelsene.” şeklinde tepki veriyordu. Bu çok şeyi özetliyor. Yarım saat koşunun yenemeyeceği hiçbir stres ve gerginlik yoktur diye düşünüyorum. Özellikle benim üzerimde. Hele de patika koşuyorsam inanılmaz iyi geliyor. Belki biraz kişisel gelişimci gibi konuşacağım ama yaptığım iş ile ultra maratonları çok benzetirim. Çünkü ciddi regülasyonu olan bir sektörde çalışıyorum ve yaptığım her iş şirketin yönetim kurulunun onayından geçmek zorunda ve tek sorumluluğum yönetim kuruluna karşı. Dolayısıyla ben yılbaşında bir tane denetim planı onaylatıp yola çıkıyorum. Tüm yıl içerisindeki gelecek ekstra işler, kendi ekibimden ayrılanlar, denetleyeceğim yerlerdeki insanlardaki değişiklikler bir sürü zorluk var. Fakat benim o yıl içerisindeki ana hedefim o denetim planını bitirmek. Ultra maratonda da yarışa çıkacağım önümde belki 120 km belki 130 km var. Şimdi ben bu yarışa 10 km koşacak gibi hızlı giriş yaparsam bir kasımı attırabilirim. İşte de aynı şekilde ben tüm denetimleri birinci çeyrekte yapmaya çalışırsam muhtemelen ekibimdeki herkes istifa eder tüm denetimleri kendim yapmak zorunda kalırım. Zamana yayıp, fakat yılsonunu da riske etmeyecek şekilde, doğru yerde es verip doğru yerde tempoyu arttırıp gerektiğinde hızlanacak şekilde hep kontrollü ilerlemek. Kontrolden kastım; bastığın zemin, denetlediğin yerdeki riskler, denetimin sonucuna dair varsa öngörüler ya da nasıl raporlayacağına dair bakış açısı veya nerde, ne kadar takviye alacağım. Belki yıl içerisinde ekibini desteklemen ve artı bir kişi alman gerekiyor gibi. Girdiğin kontrol noktasında ne yiyeceksin? Belki ekibinden bir kişi ayrılacak ama alamayacaksın ve bir zorluk olacak. Bunu yönetmek gerekiyor. Öbür tarafta da çok benzer şekilde belki de kaybolacaksın ve 2 saat sonra bir kontrol noktasına varıp su-gıda ihtiyacını karşılayacakken bunlara erişimin olmayacak. Dolayısıyla çantanda yeterli gıdanın olduğundan her zaman emin olman gerekecek gibi benzetirim. Bunu açıkçası yurt dışındaki yöneticilerime de anlattığımda herkes “Hmm!” demişti.

Öncesi, sırası ve sonrasıyla nasıl beslenmek koşmayı kolaylaştırır?

Çok kişisel olmakla birlikte genel kabul görmüş şeylerden bahsedebilirim. Özellikle uzun mesafe yarışlar öncesinde karbonhidratlı beslenmek tavsiye ediliyor enerjiye dönüşümünden dolayı. Yarış ya da idman sonralarında ise kas yıkımını engellemek için çok geciktirmeden bir şeyler yemek gerekiyor. Fakat burada da çok fazla proteinden ziyade hem yağ hem protein hem de karbonhidrat açısından dengeli yemek çok çok gereklidir. Yarışlarda çok fazla enerji jelleri tüketilir. İçeriği de kana hızlı karıştığı için hızlı enerji verir hakikaten. Ama ben mesela hurma canavarıyım ve çantamda hep hurma ile koşarım. Çok da keyifli gelir. Bir de tahin helvası çok severim. Küçük paketlerinde çantama atarım. Hem mideye de iyi gelir. Tabii ki jeller acil durumlar için çok çok faydalı hızlı toparlaması nedeniyle. Uzun mesafelerde özellikle de sıcak havalarda vücut sadece sıvı kaybetmiyor elektrolitik dengesi de değişebiliyor. Dolayısıyla pek çok arkadaşımız tuz hapları denilen elektrolitikleri dengeleyen haplardan kullanır. Fakat ben çok öyle şeyler kullanmıyorum. Koşu, uzun idman ve yarış sonrası besin olarak ne toparlar sorusuna ise klasik bir Türk yemeği olan lahmacun bence mükemmel bir kurtarıcıdır.

Hangi zeminde koşmaktan hoşlanırsınız?

Kesinlikle patika hatta normal patika da değil olabildiğince ağır, ne kadar çamur, kayalık varsa salın beni oraya gideyim. Koşulabilir patika da değil. Gerçekten de zorlayan patikayı seviyorum ben. Arkadaşlarım arasında benim yokuş yukarı çıkışlarım meşhurdur. Bir yarışta Ankara’dan bir arkadaşım yarıştan sonra gelip “Ağabey seni görüyorum ilerde. Yokuş aşağı ben bunu yakalarım diyorum. Ben daha oraya varmadan sen kayboluyorsun. Abi o yokuşları nasıl çıkıyorsun? Bana bunu anlat.” demişti. Yokuş yukarı çıkmayı seviyorum. Belki bu insan doğası ile ilgilidir. Çünkü yokuş yukarı çıkarken kontrol sizdedir fakat yokuş aşağı inerken durum biraz daha farklılaşabiliyor. Bu nedenle ben zorlu patikaları daha çok seviyorum. Zemin de farklılaşıyor patikada. Bazen normal daha stabilizeye yakın yol gidebilirsiniz veya iyice keçi yolu patikalarda girebilirsiniz. Tek kişinin geçebileceği daracık yollarda bulunur. Bunun zorluğu da doğru ayakkabı seçmekten geçiyor. Doğru ayakkabı seçmezseniz patika işkence olur.

Doğru ayakkabıyı nasıl seçebiliriz?

Şu marka, şu ayakkabı iyidir gibi şeyler söylemek mümkün değil. Öncelikle ayak yapınızı bilmeniz gerekiyor. Yani düztaban mı ya da alçak taban mı yüksek taban gibi bilmeniz gerekiyor. Veya ayak genişliğiniz hangi markanın hangi modeline uygun bunu bilmekte fayda var. Ultra maraton için söylüyorum 22 saat parkurda kaldığım yarış oldu. Yani bir ayakkabının içerisinde ayak 22 saat duruyor ve sürekli hareket halinde. Nasıl konfor olması gerektiğini düşünün artık.

Bunun dışında zemine göre bakmak lazım. Bazı ayakkabılar var altları daha tırnaklı gibi bastığın zaman kalıyor orada. Bazıları biraz daha destekli oluyor yani zemin sertse o sert zeminden gelen darbeleri yumuşatmak için uygun oluyor. Bazı ayakkabıların tabanları ise daha sert daha dayanıklıdır. Çünkü çok sert çok kayalık yerde gidiliyorsa o sert kaya darbeleri direkt ayağa batma hissi olmasın diye. Burada antrenman yapılan zemin ya da yarışa gidiliyorsa gidilen yarışın zeminini bilerek doğru ayakkabı seçmek çok önemli. Tırnaklı bir ayakkabı ile taşlı bir zeminde koşarsanız muhtemelen kayar ve ayağınızı burkarsınız. Nitekim o tarz bir ayakkabı ile çok yakın bir arkadaşım parkurda dört defa ayağını burktu artık en sonunda yürümeye başladı. Ben orada çok sert ve patikaya uygun kaymayacak yapıda ayakkabı tercih ettiğim için taşların üzerinden atlaya zıplaya gitmiştim.

Koşarken sırt çantamızda neler olmalı?

Bu soruyu antrenman ve yarış olarak ayıracağım. Yarışların zaten zorunlu malzeme listeleri oluyor ve onlar olmadan yarışa katılamıyorsunuz. Diskalifiye olma sebebi oluyor.Antrenmanlar daha kişisel tercihlere kalmıştır. Antrenmanlarda ben her zaman koşu çantamı yanıma alırım. Minimum bir litre suyum yanımda olur gideceğim mesafeden bağımsız olarak. Çünkü patikada koşuyorum ve ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Ayağım kayabilir, burkulabilir ve koşamayabilirim. Belki de hiç hareket edemeyip birisini çağırma ihtiyacı duyabilirim. Dolayısı ile bir gıda ve sıvı olmasında fayda var. Bu çanta hep kötüyü düşünerek oluşturulmalı. Mesela bu sabah 22 km koştum. Su dahi içmeden koştum, geldim ve hiçbir şeye dokunmadım. Fakat benim yanımda yiyeceğim de bir litre suyum da ve çok daha kritik olan malzemeler de vardı. Bu malzemeler; öncelikle alüminyum acil durum battaniyesi, bu olmadan patikaya çıkmıyorum ve çıkmam da. Ne işe yarıyor? Oldu ya Allah korusun ayağım kaydı, bacağımı kırdım ve gidemiyorum. Terliyim ve hipotermiye gireceğim. Yanıma kim ne zaman girecek belli değil. Belki de telefon çekmeyecek olduğum yerde. Dolayısıyla bir yardım ve destek gelinceye kadar benim vücut sıcaklığımı korumam lazım. Profesyonel ürünler olduğu için hafif ve katlandığında da epey küçülüyor. Çantada bir dilim ekmek kadar yer kaplamasına rağmen hayat kurtarıcı olabiliyorlar.

Küçük bir acil durum çantası. İçerisinde bir tane kesici alet olmasında fayda var ve yara bantları, olası bir yarayı temizleyecek alkollü mendil ve kendinden yapışkanlı bandaj mutlaka olması lazım. Ayrıca çantaların pek çoğunda düdük de vardır o da çok önemli. Çünkü kaydık ve kaldık bir yerde diyelim. Yirmi metre ilerden biri geçiyor ormanlık alandasınız görmeyebilir, düdüğünüzü çalarsınız duyar. Bunları ben mutlaka koşularda yanıma alırım.

Bunların dışında yaz mevsimi haricinde bir yağmurluk veya rüzgarlık havanın durumuna göre yanımızda olmalı. Bunlar çok teknik şeyler olduğu için çok hafiftir ve katlandığında bir yumruk kadar bile kalmıyor. Çünkü bir anda bir yağmur bastırabilir ya da bugün yaşadığımız gibi Karadeniz tarafına çıkıp 3. Köprü yoluna girdiğimizde Belgrat Ormanı’nın içerisinde herhangi bir rüzgâr yokken inanılmaz bir rüzgarla karşılaştık ve çok terliydik. Hemen rüzgarlıkları giydik. Bunlar çok teknik ürünler olduğu için incecik olmasına rağmen rüzgârı kesiyor ve terin üzerinizde soğumasını engelliyor. Dolayısıyla idmana giderken su, gıda, acil durum battaniyesi, düdük, ilk yardım malzemeleri ve yara sarmak için bandaj yanımızda olmalı. Bu arada yarışlarda da bunların tamamı zaten zorunludur. Bunların dışında da yarışmaya ve çıkılan irtifaya bağlı olarak herhangi bir yağmurluğu kabul etmeyen çok yarış vardır ve kendi ölçü biriminde alt sınır belirlenir. Bunu da kontrol ederler gerçekten de. Bazıları termale yakın içlik, uzun kollu katman isterler. Sonrasında üç ülkeden geçtiğim yarışta su geçirmez pantolon da zorunlu malzemeydi. Çünkü iki yerde 2700 rakıma kadar çıkıyoruz ve orada hava patlayabilir. Bu sene yaşadık da Uludağ’da. Gerçekten abartmıyorum iki metre önümüzü göremiyorduk. Deli gibi yağmur yağıyor ve rüzgâr var. Hissedilen hava sıcaklığı -1 derece. Ama biz temmuz ayında koşuyoruz. Aşağıda hava sıcaklığı 30 dereceydi. Yani orada sıkı kıyafet almazsanız ilerlemek mümkün olmaz. Koşu arkadaşım yanımdaydı. Eldivenini çıkardı ve giyemedi. Elleri donmak üzereydi ki biz kondisyonu iyi zorlu patikalarda gidebilen insanlarız. Dolayısıyla malzemeler çok kritik olabiliyor. Yarışlar için çok ekstra bir şey söyleyemem çünkü zaten yarışların kendi malzeme listeleri yayınlanıyor ve yarışa başlamak için kontrol ediyorlar. Belirlenen malzemeler olmadan yarışa katılmak için lazım olan çip ve göğüs numarası gibi şeyler verilmiyor.

Koşmak size ne kazandırdı?

Planlama yeteneğimi arttırdı. Psikolojik olarak inanılmaz güçlendirdi. Yılmama demeyim de iş hayatında çok gündemde olan beyaz yakalıların de çok kullandığı bir tabir var. “Operasyonel” dayanıklılık veya İngilizcesi de “rezilyans”olarak Türkçede kullanılmaya başlandı. Ben buna karşıyım. Dayanıklılık kelimesinin son derece yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu sene aynı ekipte çalıştığımız bir arkadaşımız işten ayrılırken “Benim şu ana kadar tanıdığım, psikolojik dayanıklılığı en yüksek insansın.” demişti. Olur ya, işte bir aksilik olur. Ters giden şey olur. Telaşa gerek yok, yaparız. Planlayalım, dur bir bakalım! Dur bir düşünelim! Dur bir dinlenelim. Demeyi daha rahat söyleyebilmeye başladım. Uludağ Ultra Maratonu’ndan örnek vereceğim. 350 rakımlı Saitabat’tan, 14-15 km içerisinde Uludağ’ın zirvesine kesintisiz yani toplamda 2200 m kesintisiz çıkış yapıyoruz. Aradaki oksijen farkı, kalp atışının değişikliği bunları yönetmek zorundasınız. Çıkabilirsiniz ancak kontrolsüz çıkarsanız o rakım farkı çarpabilir. Ya da örnek verdiğim gibi 2 m önümü göremiyorum. Çünkü parkur belli değil bu yarışlarda. Yoldaki işaretleri takip etmek gerekiyor. İşaretler 50 m sıklıkla asılı biz 2 m önümüzü göremiyoruz. Nasıl gideceksiniz? Saatlerden, GPS’den bakalım falan. Dur, sakin ol. Acele etme, etrafa bakalım. Organize olalım. Mesela zirvede giderken bir arkadaşım GPS ile hangi yöne gideceğimize bakmaya başladı. Ben de bir kaç adıma önde birbirimizi kaybetmeyecek şekilde işaret görmeye çalıştım sürekli olarak. Dolayısıyla organizasyon, dayanıklılık, zaman yönetimi planlama ve beni çok dinginleştirdiğini düşünüyorum. Daha sakin bir insan halini aldırdı bana.

Sporla İlgili düşünceleriniz nedir?

En azından kendi arkadaşlarımdan, camiamızdan veya kendi çevremden gördüğüm spor hayatımızda çok yok. Maalesef ülke kültürümüzde de spor çok yer almıyor. Bir metroya bindiğinizde çok fazla dış görünüşle ilgili olmasa da fiziki görüntü yine de ele veriyor. Kural bir benim için şudur: Spor boş zamanlarda yapılacak bir şey değildir. Spor hayatın bir parçası olmalı ve her zaman günlük, haftalık ve aylık planın içerisinde yer almalıdır ki dengeli olsun. Yoksa zaman yaratamazsınız. Spora zaman boş zaman bulamazsın zaten spor öyle bir şey değil.

İllaki herkes koşsun, herkes koşabilir gibi şeyler söylemek istemiyorum. Eklemlerle, kas gruplarıyla vs ilintilidir ve elverişli olmayabilir. Bu sefer de normal yürüyüş olabilir farklı spor olabilir. Haftada üç halısahaya giderim demek daha farklı bir şey. Elbette ki bir spordur ama onu dahil etmiyorum, ayrı tutuyorum.

Tüm arkadaşlarıma da söylediğim şudur: “Spor hayatınızda yeralsın.” Bu bir gün gittim şurada biraz yürüdüm gibi değil gerçekten de sporun hayatınızda yer alması lazım. Umarım etrafımda çok çok spor yapan insan olur, görürüm. Gerçekten çok mutlu oluyorum. En azından ultra maratonlarda şunu görüyorum, koşu insanları gerçekten rahatlatıyor. Diğer koşularda bu olmayabiliyor ama ultra maratonlarda koşarken selam vermeden geçen veya size kabalık yapan çok nadirdir. Normal maratonlarda koşucular birbirini itip geçmeye çalışır. Ultra maratonun öyle bir şeyi yoktur. Geçerken yanından geçecekse “Müsadenle geçiyorum, Yapabileceğim bir şey var mı? Bir ihtiyacın var mı?” diyerek geçer. Mesela ben pek çok zaman geçeceğim kişiyle aynı tempoya düşüp bir hasbihal edip tanışmıyorsam ismini sorarım, tanışmaya çalışırım ve ardından geçip giderim. Çünkü yol çok uzun. Bir insanla siyasi görüşünden, dini inanışından, dış görünüşünden ve diğer her şeyinden bağımsız salt o insan olduğu için konuşabileceğiniz bir ortam oluşturuyor.

Koşmak başka bir şey gerektiriyor ya da yürümek veya spor salonuna gitmek. Ki bence disiplinli bir şekilde spor salonuna gitmek bence çok daha zordur. Toplu sporlar olabilir, tenis gibi. Bir şekilde sporun insanların hayatlarında yer alması gerektiğine inanıyorum.

Merve ÖKSÜZ