25 Ocak 2025

”Ortadoğu’daki Çatışmaların Sebebi Dini Değil Ekonomik”

Dünyada bazılarının yabancı odakların bir operasyonu olarak endişe ile izlediği, bazılarının ise yüksek seviyeli bir demokratik değişim ve dönüşüm hamlesi olarak yorumladıkları fakat iki grubun da net olarak haklı çıkmadığı, bir zincirleme reaksiyon niteliğindeki Arap baharının son halkası Suriye olmuş ve bütün değerlendirmeler de bu yönde yapılmıştı. Fakat aradan geçen yıllara rağmen, Suriye’de rejim direnmeye devam ederken, rejim muhalifleri de ciddi manada herhangi bir başarı elde edemediler. Suriye rejimine ait bütün kurum ve kuruluşların ayakta durması ve hâlihazırda meclisin işlemesi bunu en büyük göstergelerindendir. Mevcut kriz zamanla İran, İsrail, Rusya, ABD, Türkiye ve daha pek çok devletin aktif veya pasif olarak müdahil olduğu bir uluslararası soruna dönüştü. Bununla birlikte Suriye’den tüm dünyaya dağılan sığınmacılar açısından ise ayrı ayrı sorunlar peyda oldu. Tüm bu gelişmeleri Rengâhenk röportaj ekibi olarak, alanında önde gelen hocalarımızdan Vehbi Baysan Hocamızla değerlendirdik.

Suriye’yle Türkiye’nin Hafız Esed ve Başşar Esed dönemi ekonomik ilişkilerini nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye-Suriye ilişkileri özelikle Başşar Esed döneminde yani Baba Hafız’ın ölümünden sonra gerçekten kayda değer bir ivme kazandı. Türkiye’nin bölgede komşularıyla “iyi geçinme siyaseti” adı altında bireysel ilişkiler dahi kuruldu. O zaman Başbakan olan Sayın Erdoğan ile eşinin şahsi dostlukları gayet ileri seviyede idi. Kişisel ilişkiler bu derece ileri olunca, pozitif olarak sahaya da yansıdı. Neler oldu? Her iki sınırın öte taraflarında ciddi iş birlikleri ve ticaret imkânları gelişti. Örneğin en son Halep ziyaretimizde, tatlı almak istedik, dükkan sahibi hiç tereddütsüz “Burada Türk parası geçer!..” dedi. Bu davranış çok hoşumuza gitmişti. Paranızın sınırlarınız dışında bir değeri ve alım gücü, en önemlisi ticaret hayatında geçerliliği var. Yine o tarihlerde Mersin’de bir alışveriş merkezinin önünde Lazkiye plakalı araba görebiliyordunuz ve bu garipsenmiyordu.

Vizelerin kalkması ile her iki ülke arasındaki ticaret hacmi kat kat arttı ve sınır içinde dahi ciddi ticaret imkânları doğmaya başladı. Milyonlarca insanın potansiyel olarak “alıcı” konumunda ülkeden ülkeye gelmesi yeni iş ve ticaret alanları yarattı. Örneğin, Türk tarafında sağlık turizmini ciddi şekilde geliştirdi. Alt yapılar oluşturulmaya, yeni büyük hastaneler inşa edilmeye başlandı. Sağlık olanakları daha iyi ve kaliteli bir şekilde üstelik çok da pahalı olmayan fiyatlarla Türk tarafında sunulunca, insanlar sınırı geçip bu hizmetten yararlanma yolunu seçtiler. Tabii bunun tersi de gerçekleşti. Ülkemizde pahalı ama Suriye’de daha ucuza sunulan mal, hizmet vb. imkânlardan yararlanmak için binlerce insan Türkiye’den sınırı geçerek günü birlik Suriye’ye gitmeye başladı. Tüm bunlardan daha da önemlisi, ilk defa Türkler bence bu kadar açık ve net bir şekilde sınır komşumuzu tanıma imkânı buldular. Öncelikle Halep’e ama ülkenin Şam gibi sair şehirlerine günlük gezi turları düzenlenmeye başlandı. Daha önceleri buralara seyahat etmeyi aklına dahi getirmeyenler, Suriye’nin doğal güzelliklerinden ve tarihi eserlerinden ziyadesiyle etkilendiler. İki ülke arasında bu şekilde kısa sürede gelişen ve devam eden çok yönlü bir ilişki söz konusu idi.

Genelde Arap Baharı’nın son adımı olarak Suriye görülüyor. Arap Baharı Suriye’de nasıl bir gelişim süreci izlemiştir?

Arap Baharı’nın Ocak 2011 itibariyle başlaması ve hızla diğer Arap ülkelerine yayılması, Suriye genelinde giderek artan bir tedirginliğe ve gerilime neden oldu. Barışçıl sokak gösterileri boy göstermeye başladı ancak bana göre Suriye’de olayların geri dönülmez şekilde fitilini ateşleyen olaylar ilk başta Der’a şehrinde keskin nişancılar tarafından gençlerin öldürülmesiyle başladı. Ertesi gün Cuma namazı sonrası gösterilere katılacakları iddiası ile rejim özel güçleri tarafından vuruldular ve bu, olayları artık içinden çıkılmaz hale getirdi. Gösteriler başkent Şam’dan başlayarak Humus ve Halep’e kadar yayıldı. Öncelikle barışçıl gösteriler olarak sürdürülmeye itina gösterilen bu nümayişler, rejimin silahlı saldırıları sonrası ölümler arttıkça artık silahlı mücadeleye dönüştü. Ordudan ayrılıp muhaliflerin saflarına katılım arttıkça silahlı mücadele daha çok dominant olmaya başladı. Barışçıl gösteriler geçmişte kaldı.

Suriye’de pek çok farklı aktörün olduğunu görüyoruz. Bu aktörlerle Türkiye’nin ilişkisi nasıl olmalı?

Bu sorunun doğrudan yanıtı, tüm aktörlerle ilişki içinde olup olayları mümkün olduğu kadar kendi lehine sonuçlandırmaya çalışmak olmalı. Belli bir süre uzama sürecine girmiş olan dünya üzerindeki her türlü kriz, mutlaka üçüncü devletler tarafından ilgi alanı olmaya başlar. Bu çok doğal bir seyir. Hele iç savaşa dönüşmüş durumlarda bundan hiçbir kriz asla kurtulamaz. Bölge veya bölge dışından devletler kendi çıkarlarına yönelik politikaları o ülkede uygulatmaya kalkarlar. Suriye’de de aynı bunu görüyoruz!

Bir yanda İran, sadece Sünni olmadığı için rejimin başında ipleri elinde tuttuğu düşünülen kesimlerin oradaki bekası için Suriye’de müdahil. İran’ın Suriye konusundaki ilgisi ayrıca İsrail meselesini de kapsamakta ve bence bölge açısından son derece önemli. Çünkü ezeli düşmanı İsrail’i, Lübnan Hizbullah’ı maşası ile daimi olarak tehdit ediyor. İsrail’i bölgesel olarak köşeye sıkıştıracak İran’ın elindeki en güçlü silah, Lübnan Hizbullah’ıdır. Dolayısıyla, bu örgüte verdiği lojistik, silah vb. desteğin devam edebilmesi için bir koridorun açık olması lazım, o koridor da Suriye üzerinden geçiyor.

Türkiye, Suriye ile olan 850 km uzunluktaki sınırının ötesinde olan biteni dikkatle izliyor. Gerekli gördüğü yerde müdahil oluyor ve tavrını ilan ediyor (muhalifleri desteklediğini resmen duyurduğunu hatırlayalım). Rusya için Suriye’de doğrudan müdahale, Ortadoğu’da alışkın olduğumuz bir şey değil, bir prestij projesi. ABD sessiz kalmakla birlikte olayların doğrudan tarafı.

İsrail bu noktada ne yapıyor?

İsrail’de yönetimin pek çok uykusuz geceler geçirdiğini düşünüyorum. Çünkü bu tür kaotik kriz ortamlarından ne çıkacağı asla belli olmaz. Sizin umduğunuz ya da bulmayı istediğiniz rejimler de pekala çıkmayabilir. Dolayısıyla İsrail daimi tehdit altında yaşayabilir. Hele ki İsrail’in Suriye topraklarını 1967’den beri yıllardır işgal altında tuttuğunu göz önüne alırsak… Hele ki işgal altında tuttuğu bu topraklar İsrail’in aynı zamanda su deposu ise… Şimdi, ister istemez İsrail’in bunları kaybetme olasılığı var. Hiçbir devlet durup dururken savaş yapmak istemez. Çünkü savaş maliyetlidir, savaş risklidir. Her zaman kazanacağınız anlamına gelmez. O yüzden gelişmeleri yakından takip eden İsrail’in Suriye’de meydana gelebilecek yeni oluşumun sonucunu kendi lehine belirleme şansı yok.

Suriye’de bir Türkmen varlığı söz konusu. Olaylar bağlamında Suriye Türkmenlerinin varlığını ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriye’de Türkmenler yoğun olarak Humus civarında köylerde yaşamakla birlikte Golan tepeleri civarında ve sınırımıza yakın bölgelerde de bulunmaktalar. Genel itibariyle, Suriye Türkmenleri, Türkiye’yi gayet yakından takip eden, uydu kanallarından daima Türk televizyonları seyreden ve kendi yerel kültürlerini dilleriyle yaşatan topluluklar. Baas rejiminin hüküm sürmeye başladığı yıllardan beri kimi zaman tehdit olarak görüldüler, kimi zaman da devlet kademelerinde üst seviyeye çıkmalarında sorun görülmedi.

Halihazırda, Türkmenlerin bir kısmı muhalif saflarda yer alıyor olsa da bir kısmının ya tarafsız kalmayı tercih ettiği ya da rejim saflarında yer aldığı iddia ediliyor.

Münbiç konusundaki fikirleriniz nelerdir?

Fırat kalkanı harekatının bir uzantısının Münbiç üzerine olacağı dile getiriliyordu. Stratejik olarak el-Bab’dan sonra bölgeyi kontrol edebilmek için Münbiç’in de alınması gerektiği askeri uzmanların hemfikir olduğu bir konuydu. Böylece Türkiye uzun süredir (şu an Suriye Demokratik Güçleri içinde yer alan) PYD/YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi ısrarını askeri olarak gerçekleştirmiş olacaktı.

Münbiç’in alınması birkaç noktadan önemliydi. Bunların birincisi Türkiye sınırının dibinde yüzlerce silahlı milis olmasından rahatsız ve ister istemez tehdit algısı bunun üzerinden gelişiyor. İkincisi, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin etnik temizliğe girişerek, bazı bölgelerden Arapları çıkartarak de facto yaratmaya çabalamasını Münbiç’i Kürtlerin kontrolünden çıkartarak engellemeyi hedefliyor. Üçüncüsü de Kürtlerin etki alanlarını kısıtlayarak daha doğu bölgelerine, yani Haseke vilayeti taraflarına itelemek istiyor.

Tüm bu hedefler ve daha fazlası ABD ve kimi zaman Rusya’nın müdahaleci tutumları ve bu noktada Türkiye’nin bu iki devlet ile çatışmaya girmemeyi tercih etmesi nedeniyle şimdilik askıya alınmış durumda.

Türkiye de muhalifleri destekliyor. Bu durum Suriye’nin içerisinde bir mezhep çatışmasına yol açar mı?

Suriye’ye özellikle dışarıdan müdahil olan aktörlerin öncelikle dikkat etmesi gereken nokta, Suriye iç savaşının umulmadık bir anda bir “mezhep savaşı”na dönüşme olasılığı taşıdığıdır. Suriye dışında, çoğunluğu Sünni olan Suriye’nin Nusayri azınlık tarafından yönetildiği algısı dile getiriliyor. Konuştuğumuz muhalifler de bunu destekleyici ifadelerde bulunuyorlar. Oysa sözünü ettiğimiz algı kısmen doğru, aslında Suriye’yi Baas partisi yönetiyor ve Baas ideolojisine inanmış çok sayıda Sünni de yönetimde yer alıyor. Başşar Esed’in Nusayri olması tüm ülkeyi yıllardır Nusayrilerin yönettiği anlamına gelmez.

Ayrıca, Ortadoğu’daki Şii-Sünni çatışması tamamıyla suni olarak yaratılmış ve zaman zaman devreye sokulan bir çatışma mekanizmasıdır. Bunun da ana aktörleri Suudi Arabistan ile İran’dır. Adı geçen iki ülkenin çıkarları çatıştığı anda bakıyorsunuz bölgede bir Şii-Sünni çatışması varmış gibi bir hava ortaya çıkıyor. Örneğin, Suudi Arabistan, Obama’nın İran ile nükleer anlaşma yapmasına en çok karşı çıkan ülkeydi. Bir Müslüman komşusunun anlaşma yolu ile savaş yerine uluslararası camiaya tekrar geri dönmesinden Suudi Arabistan niçin rahatsız? Çünkü İran petrolünün bu anlaşmadan sonra piyasaya girme olasılığı dahi petrol fiyatlarını hızla düşürmeye yetti. Demek istediğim, sorun ekonomik, din veya mezheple alakası yok. Petrol fiyatları bu kadar düşünce ne oldu? Suudi Arabistan’ın ekonomisi mahvoldu. Suudi Arabistan, IMF’nin öngörülerine göre böyle devam ederse 5 yıl içinde iflas edecek.

Rusya, Arap Baharı’nda diğer ülkelere hiç müdahale etmediği halde neden Suriye’ye bu kadar çok önem veriyor?

Rusya, Ortadoğu’da ilk kez bir kriz ortamında doğrudan müdahil olma yolunu seçti. Hatırlayalım, geçtiğimiz yıl Temmuz-Ağustos aylarında Rus uzmanlar dahi artık rejimin sonunun geldiğini belirtiyorlardı. Çok geçmeden, Eylül ayında Rus uçakları muhaliflerin elinde olan kritik hedefler üzerine bomba yağdırmaya başladı.

Bunun farklı nedenleri var. Birincisi şu; Rusya’nın Lazkiye yakınlarında iki adet askeri üssü var. Dolayısıyla Ruslar kendi üslerini orada kontrol altında tutmak, bir oldubittiye gelmemek, en azından “biz buradayız” demek için meseleyi çok önemsiyorlar. İkincisi, Rusya için Suriye müdahalesi bir “prestij projesi”. Rusya, Suriye’de doğrudan müdahil olduktan sonra artık kimse Kırım’ın ilhakını, Baltık’ta uluslararası sorun haline gelen Rus müdahalelerini, Ukrayna meselesini, Ukrayna üzerinde Rus füzesiyle düşürüldüğü kesinleşen Malezya uçağı… gibi Rusya’nın başını ciddi şekilde ağrıtan konuları konuşmuyor. Hatta iç siyasette muhaliflerin dahi sesi kesilir oldu.

ABD buna göz yumuyor mu? ABD’nin politikaları ne yönde?

2012 başlarında, ABD genelkurmay başkanının senatoya sunduğu bir raporda ABD Genelkurmay Başkanı özetle: “Geçmişte yaptığımız hataları Ortadoğu’da asla tekrar etmeyelim. Afganistan’da bu politikalarımız yüzünden bir Failed State (yani devlet vasfını yitirmiş devlet) yarattık. Sonrasında, Irak’ta uyguladığımız yanlış politikalarımız yüzünden de bir Failed State yarattık… Bugüne kadar milyonlarca dolar harcadık, hâlâ elle tutulur bir düzen kuramadık. Aynı hatayı Suriye’de yapmayalım ve Suriye’deki devlet mekanizmalarını, kurumlarını yıkmayalım çünkü yeniden inşası çok zor oluyor ve uzun zaman alıyor…” dedi. O tarihten beri, gözlemlediğim kadarıyla, Amerika gözle görünür bir şekilde Suriye’de fazla bir şeye karışmadı. Rejimin gitmesi gerektiğini sürekli dillendirdi ama fiziki olarak müdahalede bulunmadı. ABD’nin bu siyasetinin değişmemesinin en önemli etmenlerinden birinin muhalefet içinden güvenebilecekleri, birlikte iş yapabilecekleri yapıların çıkmamış olması olduğunu düşünüyorum.

Aynı yılın baharından itibaren ise ABD (ve uluslararası camia) rejimin gitmesi gerektiğinde fazla ısrarcı olmadı, zira çok daha tehlikeli bir yapı olan IŞİD (DAİŞ) bölgede gittikçe güç kazanıyordu.

2012 yılının yaz başlarında başkan Obama BM Güvenlik Konseyi’ndeki konuşmasında uzun süredir beklenen IŞİD ile mücadele programını açıkladı. Bu programa göre;

1) IŞİD bombalanacak. (ABD’nin klasik bölgesel kovboy siyaseti)

2) IŞİD ile mücadele için bölgeye Amerikan askeri ayak basmayacak. (iç kamuoyunu rahatlatmaya yönelik bir ifade).

3) Yerel güçleri eğitip donatacağız. (sadece hava bombardımanıyla başarılı olunmuyor, mutlaka kara harekâtı gerekiyor. Birilerinin karadan girmesi gerek).

4) Finansal kaynaklarını keseceğiz.

Programın üçüncü maddesi çok önemli ve Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Türkiye, “Sizin yerel güçlerden kastınız nedir?” sorusunu sordu. Bu sorunun yanıtı yoktu. Ancak belli ki Amerika derslerine iyi çalışmamış, bu planı yaparken bölgesel hassasiyetleri göz önüne almamış. Plan Amerika için kağıt üzerinde ideal bir plandı ama uygulamada ciddi sorunlar çıkardı. ABD maalesef bu plandan vazgeçmedi ve bu minvalde devam etti. Hâlâ Türkiye’nin hassasiyetleri göz önüne alınmıyor ve hala IŞİD ile mücadele için PYD/YPG gibi grupları kullanıyorlar. Bu grupları finansal olarak destekliyorlar, eğitiyorlar, bir de donatıyorlar. Kısa süre sonra bu grupları IŞİD ile savaştıracaklar. Dolayısıyla, finanse edilmiş, eğitilmiş, donatılmış ve savaş tecrübesi kazanmış binlerce silahlı milis gruplar halinde Türkiye’nin sınırının dibinde konuşlanmış olacak. IŞİD’den sonra Türkiye bunlarla başbaşa kalacak. Bu durum her devlet için tehdittir; silahlı grupların Kürt olup olmaması önemli değil.

Amerika IŞİD’den sonra bu gruplara ne olacak sorusunun yanıtını vermiyor ya da bilmiyor, belki de bununla pek ilgilenmiyor. Amerika’nın pragmatist düşünce yapısı günlük problemleri çözmek için iş adamı mantığı ile hareket ediyor. Amerika’nın mantığı belki de “Biz yataklarımızda rahat uyuyalım diye Kürtler ölsün!” gibi çalışıyor. Oysa Kürtlerin umutlarının Suriye’nin kuzeyinde gerçekleşmesinin hiçbir garantisi yok. Birinci Körfez Savaşı’nda örneğin umutları boşa çıktı ve Saddam binlerce Kürt’ü ihanetle suçlayıp öldürdü.

IŞİD’in konumu ve şu anki yeri nedir?

Bence IŞİD modern zamanların gördüğü en tehlikeli terör örgütü; lojistik ve teşkilatçılık yetenekleri hayli gelişmiş. Bir İslam devleti kurduklarını ve halifesinin de liderleri Abu Bekir el-Bağdadi olduğunu ilan ettiler. Kontrol altında tuttukları coğrafyayı bu minvalde, bir devlet gibi yönetiyorlar. Tüm bunlar alışılmış “terör örgütü” yapısında fazla görülmeyen eylemler. Ayrıca, IŞİD kendine adam toplama, taraftar edinme konusunda başarılı ama uluslararası camia bunun antipropagandasını yaparken IŞİD kadar başarılı olamıyor.

IŞİD’in Irak’ta ortaya çıkması bir tesadüf değil; pek çok yanlış politikanın yan ürünüdür. Bunların başında ABD’nin Irak’ı keyfi olarak işgal etmesi, bir milyondan fazla insanın ölümüne neden olması ve Irak’ın kurumlarını yerle bir etmesinden geliyor. Binlerce Iraklı bürokrasiden “Baasçı” diye ve en önemlisi ordudan “Saddamcı” diye atıldı. O zamandan beridir Irak’ta ne bürokrasi işletilebiliyor ne de doğru dürüst ordu kurulabiliyor. Bir de tüm bu olumsuzlukların üstüne Maliki hükümetinin Irak’ı “Şiileştirme” politikası geldi. Irak’ın kadim unsurları olan Sünni aşiretler yok edilmeye çalışıldı. Bu duruma tek ses çıkaran Türkiye oldu ancak haksız yere mezhepçilikle suçlandı. Dolayısıyla, IŞİD’e destek saydığımız bu mağdur kesimlerden geldi. Suriye’de iç savaş ve muhalifler arasındaki koordinasyon eksiklikleri, çeşitli anlaşmazlıklar IŞİD’e zemin sağladı.

Suriye’de bir insanlık dramı var. Uluslararası yardım örgütlerinin etkinliğini nasıl buluyorsunuz?

İlginç birkaç tespiti sizlerle paylaşmak isterim, Suriye’de iç savaş sürerken, gördük ki Avrupa devletleri Suriye’den gelebilecek bir göç dalgasına asla hazır değilmiş. Çok enteresan bir durum. Suriye’de son zamanların en vahşi savaşı cereyan ediyor ve bunun doğuracağı potansiyel göçe karşı Avrupa hiç (iyi ya da kötü) hazırlanmamış. Gördüğüm kadarıyla Birleşmiş Milletler’e bağlı Mülteciler Yüksek Komiserliği ise Türkiye’deki kampları ziyaret ediyor ve “çok iyi yapıyorsunuz!” deyip gidiyor. Elbette iyi yapacağız, bunu bize söylemelerine ihtiyacımız yok.

Uluslararası yardım örgütleri ülke dışına çıkmış Suriyelilere (Arapçada Laciin diyoruz/refugees) bir şekilde ulaşabiliyor, onlar hakkında istatistik tutabiliyor, yardımlardan istifade etmelerini sağlayabiliyor. Ancak, Suriye içinde yerlerinden olmuş/edilmiş (Arapçada Nazihiin diyoruz/displaced people) milyonlarca insanın akıbeti konusunda fazla bilgileri yok. Onlara ulaşamıyorlar, güvenlikleri konusunda bilgi sahibi değiller. Tüm bunlara rağmen, yetersiz olsa bile, “hiçbir şey yapmıyorlar” demek doğru olmaz.

Bir taraftan da Avrupa’nın vaat ettiği yardımlar vardı.

Avrupa’nın vaat ettiği yardımlar konusundaki politikası içler acısı. Öyle görünüyor ki, Avrupa Birliği ve birlik içindeki ülke siyasetçileri, “günü kurtarma” telaşındalar. Sanki Suriye meselesinden biz ne kadar uzak durursak o kadar iyi gibi düşünüyorlar.

Avrupa’nın bir takım yardım vaatlerini yerine getirmediği çeşitli defalar dillendirildi. Oysa uluslararası kurumlar tam da bu işler için oluşturulmuş. Kriz ortamlarında ihtiyaç sahiplerine ulaşabilsinler diye. Bunun için maaş alıyorlar, bunun için finansal fonları var.

Bu arada Türkiye, tüm bu yardım vaatlerini dikkate almadan biraz da sessiz sedasız, kamplarda savaştan kaçanları ağırlamaya devam ediyor. Türkiye, bu insanları yediriyor içiriyor. Üstelik siyasetçilerimiz yapılanları uluslararası arenada dilendirmiyorlar. Bence çok yanlış bir politika, Avrupalı bu yapılanların bir çeyreğini yapsa ortalığı birbirine katardı ama bizde misafirperver bir kültür var. “Verdiğin suyun hesabını mı yapacaksın?” diyorlar. Ama o kamplarda nerden baksan 500.000 kişi var. Bu, bir öğünde 500.000 şişe su, 500.000 ekmek, 500.000 yemek eder. Sadece bir öğünde yapılan harcamalar ama uluslararası kamuoyunda yapılan yardımlar bilinmiyor. Oysa muazzam rakamlar ve bu dediklerim üç öğün veriliyor. Bunlara ek olarak, o insanların eğitimi var, sağlığı var, giyimi var ama hiçbiri dile gelmiyor.

Suriyelilerin gelirken getirdiği bir finansman var mı?

Çatışmaların başlangıcında finansal kaynakların büyük bir kısmı körfez ülkelerine aktı. Bir kısmı Avrupa ülkelerindeki bankalarda, bir kısmı da ülkemizdedir. Ülkemize yapılan yatırımlar şimdilik küçük işletmeler şeklinde. Ama bence büyük yatırımlar daha hazırlık aşamasında ve ben Suriyeli iş adamlarının Türkiye’deki iş kültürünü külliyen değiştireceklerini düşünüyorum. Çünkü Halep ve Şamlı tüccarlar, Ortadoğu’nun ticaretine hâkimdiler. Şu an muhtemelen dil öğrenmek için ve iş kültürü edinmek için çabalıyorlardır. Bence bunlar da büyük yatırımlarla piyasaya girdikleri zaman Türkiye ticari anlamda başka bir ülke olacaktır.

15 Temmuz gibi bir travma yaşadıktan sonra sınır ötesi bir operasyon yapmaya başladık, bunu yapmalı mıydık?

Operasyonların doğrusu ya da yanlışı olmaz, “gerekliliği” vardır. Suriye’ye girmek teorik olarak yanlış ya da pratik sonuçları itibariyle doğru olabilir bunu asla bilemeyiz. Çünkü tehdit sınır ötenizden geliyorsa sadece sınıra konuşlanıp ülkenizi bu tehditten bertaraf edemezsiniz, hele ki bu tehdit terörse. Sadece sınırı tutuyoruz gelenleri engelliyoruz diyerek başarılı olamazsınız. Terörün kaynağı olarak gördüğünüz o ülke, gelen tehdidi durduracak, kontrol edecek imkânlara sahip değilse, istenmese de sınır ötesi operasyona müdahil olma zorunluluğunuz doğar. Çünkü terör konusunda her daim başarılı olmanız beklenmektedir. Terörist bir kere başarılı olursa bomba patlıyor, insanlar ölüyor.

Uluslararası arenada vurguladığım birkaç alan var; “Türkiye’nin Suriye’deki savaştan istifade ederek o ülke topraklarını sınırlarımız içine katayım gibi bir derdi yok.” bu birincisi. İkincisi oradan gelen tehditlere direk hedef oluyorsunuz ve ister istemez doğrudan müdahil olmak zorunda kalıyorsunuz. Bunun elbet bir bedeli var. Bu tür kararlar zor, oldukça riskli ve her zaman tercih edilen kararlar değil ama bazen yapacak fazla bir şey yok.

Suriye‘deki olaylar biterse Suriyelilerin geri döner mi?

Savaş şu an bitse bile Suriye’nin yeniden imarı ve inşası muhtemelen 40 yıl sürer diye düşünüyorum. “40 yıl” bir nesil demek… Şu anki en büyük tesellimiz henüz devletin bürokratik, askeri vb. kurumları yıkılmadı. Binalar yıkıldı ama devletin ana direkleri yıkılmadı. O yüzden ülkenin yeniden toparlanması daha hızlı olabilir.

Suriye’de oluşturulacak barış ortamının nasıl gerçekleşeceği, ülke dışında yaşamak zorunda kalan milyonlarca Suriyelinin dönüşünü gerçekten etkileyecek bir durum. Kendilerini güvende hissetmeyen gruplar dönüş yapmayacaktır.

Türkiye açısından bakıldığında, Suriyelilerin önemli bir kısmının geri döneceği öngörüsü geçerliliğini korumakla birlikte, ne kadar kısmının döneceği, ne kadarının yerleştikleri şehirlerde yaşamlarını sürdürmeye devam edeceklerini kestirmek zor. Ancak, uzmanlar Suriyelilerle birlikte Türkiye’nin demografisinin geri dönülmez şekilde artık değiştiğini söylemekte hemfikirler. Bunu biraz da olumlu yorumlamak olası. Artık yemek kültürümüz daha da çeşitlendi; Şam, Halep tatlıları, kebapları, kurabiyeleri giderek daha çok ilgi çekmeye başladı, hatta bu ilginin giyim kuşamda dahi kendini gösterdiğini söyleyebiliriz.

Hazırlayan

Rengâhenk Röportaj Ekibi