“Bana yolun seç diyorlar
Bozuk yolu seçer miyim
Eğri eğri doğru doğru
Ben yolumdan geçer miyim”
Barış Manço
Pek kıymetli okur, karar ve karamsarlık üzerine yazmak istedim bu yazımı. Hiç fark ediyor
musunuz ne kadar çok karar almamız gerektiğini. İrili ufaklı. Örneğin bu sabah gözlerimi
güne ilk açtığımda uyanıp uyanmamak üzerine karar vermem gerekti. Devamında kıyafetlerimin kombinasyonu noktasında birkaç seçenek arasında karar mekanizmamı çalıştırmam gerekiyordu. Akabinde gideceğim rotaya hangi vasıtalar aracılığıyla gitmem gerekir bunu belirlemeliydim. Bir şekilde varış noktasına ulaştım. Girdiğim ortamda hangi masaya oturacağım dostlarım tarafından belirlenmiş, beni seçenekler arasında bir bunalımda bırakmadıkları için onlara içimden bir minnet duydum. Hızlıca masadaki diğer insanlarla hangi sırayla konuşacağıma karar verdim ve kelime dağarcığımdan birkaç kelime seçip hatırlaştım. Oradan ayrıldıktan sonra dostlarımla bir kafeye geçtik sağ olsunlar yine seçimi ben yapmadım. Sonra gözünü üzerime dikmiş bir seçimler silsilesi olan menü bana karar verme dayatması içerisinde bulunuyordu. Sonra birkaç fotoğraf çekildik ve hangisinin paylaşılacağı noktasında mükerrer kararsızlıklar nihayetinde bir karar çıktı. Dönüş yolunda otobüse bindim ve sanırım en doğru kararı verip şoförün hemen sağında biniş yapılan ikili kapının açılmayan kapısına sağ yanımı yasladım ve önümdeki bariyerle konforlu bir yirmi dakika geçirdim. Sanırım bugünün en doğru kararı buydu. Hatta bu satırları dev otobüs ön camından yolu seyrederken yazdım. Yoruldunuz mu? Ben yoruldum. Ancak tam olarak da buymuş insan. Dedikleri gibiymiş, seçimlerden ibaret. Yediği, içtiği, yaşadığı, mesleği, şehri, eşi, dostu. Bu satırları yazarken çalma listemde Barış Manço’nun yukarıdaki şarkısı oynamaktaydı. Sonra düşündüm ki belki de Manço bozuk yolu seçer miyim derken bir endişe içerisindeydi. Ama parça bir karara bağlanmıştı. Eğri eğri doğru doğru. Eğri büğrü ama yine de doğru. Ezcümle sevgili okur, mesele çok netmiş ancak yol da yolmuş işte. Eğri büğrü de olsa bir kere girilen ve doğru olması gereken yol…
Yusuf Ekrem ÇELEBİ
“Yılmadan ben bana beni anlattım
Günahı tövbeyle yıkayıp attım
Ebed kapısında ölümü tatdım
Kefene sarıldım doğmadan önce”
Abdurrahim Karakoç
Önceler ve sonralar dünyasında daima “sonra”lara yöneliriz. Evet zaman görecelidir, “sonra” gördüğümüz her şey bir gün gelir “önce”ye dönüverir. Sonra yapacaklarımız, önceden yaptıklarımıza çevrilir. Esasında gelecekteki yaşantıdır geçmişteki tecrübe, gelecekteki hatadır geçmişteki nedâmet. Zaman ise tam ortadadır; ne sonradır ne önce, ne ebeddir ne fani. Kâlu Belâ bunu anlatır. Her şeyin en öncesinde sonralar hep bellidir. Sorulan soruya verdiğimiz cevabı gelecekte yaşarız. İnsan bu yüzden de biraz zordur kıymetli okur. Zaman insanı zorlaştırır. Zira önce ve sonranın tam ortasındaki bu bilinmezlikte, insan çırpınır. Çünkü o, daha kendisini anlayacak bir kudreti bulunmazken dünyayı tanımalıdır, üstüne bir de mânâlı bir hayat yaşamalıdır. Yılmamalı, düşmemeli, güçlenmeli, hesap etmeli; gerekirse hesap vermelidir. Önce ve sonranın ortasında bir telaştır gider. Fakat zaman bir yandan da her şeyin zıddıyla kaim olduğudur. Çünkü insan bu telaşın içinde mânâyı ilk seferde bulmaz. Evvela her şeyi zıddıyla tanır; iyiyi kötüyle, gazabı rahmetle, yakını uzakla, önceyi sonrayla… Karakoç’un anlattığı da zannediyorum ki budur sevgili okur. Günah tövbeyle arınır, ebedde ölüm bellidir, doğmadan önce ise kefen zaten giyilmiştir. Önceler ve sonralar arasındaki bu noktada hizalanır mazi, ân ve gelecek. İnsan yılmadan kendini kendine anlattığında ise mânâ apaçık görünüverir. Öyle ki Karakoç da dizelerinin devamında bu hikmete şöyle yer verir, “Duydum ki var varmış, yok yokmuş güya/ Gerçeği alt etti gördüğüm rüya/ Kendi kopyam imiş meğer şu dünya/ Düşündüm, yoruldum doğmadan önce” Yılmadan kendimizi kendimize anlatıp, anlamak; gördüğümüz rüya ile gerçeği alt etmek temenisiyle…
Beyzanur KANDEMİR