Arap Baharı: Yeni Bir Başlangıç mı?
Baharı karşıladığımız Mart ayının son konferansında, 2010 yılından bu yana birçok insanın aklında soru işaretleri bırakan “Arap Baharı” konusu Prof. Dr. Tahsin Görgün tarafından ele alındı.
2010 yılının sonlarında Tunus’ta başlayan ve daha sonra Kuzey Afrika’daki birçok ülkeye yayıldığını gözlemlediğimiz bu sürecin aslında 100-150 yıllık tarihî bir süreç olduğundan bahseden Görgün, konuşmasının başında, yayılma kavramı üzerinde durdu.
“Bu hareketliliğin içinde bulunan insanların hemen hepsinin paylaştığı ortak unsurlar var. Tunus’ta gerçekleşen, Tunuslu bir gencin kendini yakması olayının, Arap Baharı denilen sürecin başlangıcı olarak kabul edilmesi, bir Sırp’ın Avusturya-Macaristan veliahdını Saraybosna’da öldürmesinin Birinci Dünya Savaşı’nın görünen sebebi olarak bilinmesine benzer.
Arap Baharı dediğimiz süreç içerisinde olup biten her şeyi Tunus’taki olayla özdeş olarak değerlendiremeyiz. Bütün ülkelerin sebepleri farklıgibi görünse de bu süreci bütün olarak değerlendirmemizi haklı çıkaracak, bölgenin yaklaşık 150 yıllık tarihî sebepleri var. Bölge 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti himayesi altında kendi tabiî akışı içerisinde varlığını sürdürmekteydi. Buralarda ne eğitim alanında ne de başka alanlarda insanların hayatlarına müdahale edilmişti. Hatta eğitimin büyük bir kısmının Arapça eserlerden yapılması ve medresedeki temel eğitim dili olarak Arapça’nın tercih edilmesi, Osmanlı Devleti’nin oralara hükümran olmaktan çok oralarla bütünleşmiş bir tutum sergilediğini göstermektedir.
Özellikle Fransız Devrimi ve Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra Fransız ordusunun dağıtılmasıyla Mehmet Ali Paşa etrafında toplanan Fransız subayları orada bir modernleşme ve modernleştirme süreci başlattı. Doğrudan sömürge yönetimi yoluyla değil, ancak kendi ilkeleri doğrultusunda oradaki insanların yönlendirilmesi, eğitilmesi, aynı zamanda bunların bir ordu oluşturmaya matuf olarak yapılması, Mısır’daki modernleştirme sürecini özelleştirdi. Sonunda İngilizlerin bölgedeki faaliyetleri ve Birinci Dünya Harbi, Yemen’den Çin’e bütün bölgenin paylaşılması söz konusu oldu. İngilizlerin burada Hindistan’da kazandıkları tecrübeyi uyguladıklarını görüyoruz. İngilizler toplumsal farklılıkları dikkate alarak geri planda kalmış ama sayıca güçlü gruplardaki insanları istihdam ettiler. Böylece sömürgelerinde kendi işlerine yarayacak, ana devletin dilini ancak onlarla iletişim kuracak kadar bilen ve ana devletin çıkarlarını gözeten, adına elit dedikleri bir grup oluşturdular. Elitlere kendi bölgelerini kontrol edecek kadar –daha fazla değil- askerî güç oluşturmaları için destek verdiler. Daha sonra Rusya Orta Asya’da ve Fransa, sömürgelerinde uyguladı sistemi.
Ana hatlarıyla sömürge sistemi dediğimiz bu yapı, İkinci Dünya Harbi’yle ana merkezin doğrudan yönetemediği bir konuma geldi. Batı Avrupa, İkinci Dünya Harbi’nden sonra dünyaya katkıda bulunamadı. Ancak bütün bu gelişmeler ne İslam dünyasına ne de Türkiye’ye ulaşabildi. Orada hâlâ güçlü memleketler olduğunun varsayılması bütün fiilleri, davranışları belirledi. Bu çerçevede Batı Avrupa sömürge güçleri sömürgelerinden ayrılırken yetiştirdikleri elitleri kendi oluşturdukları düzeni muhafaza edecek şekilde bıraktılar. Memleketi onların çıkarlarına uygun ve onlarla işbirliği içerisinde yöneten rejimler ortaya çıktı. Toplumu dönüştürme sürecinde sosyalist fikirlerin yaygın olduğu rejimler kuruldu. İstisnai olarak Fransa ile kurtuluş savaşı yaparak bağımsızlığını elde eden Cezayir’de dahi daha sonra Fransa’daki sosyalist fikirlerin ön plana çıktığı bir partinin yönettiği yeni bir oluşum ortaya çıktı. Bu yeni oluşum, Fransa kültürünün tayin edici kültür olduğu ve Fransa’yla irtibatın birinci derecede rol oynadığı bir devlet yapısını şekillendirdi.
Bu dönemde Arap dünyasında iki faktörün mönemli olduğunu görebiliriz. Biri özellikle Suudi Arabistan’da çıkan Selefî Hareket: kitap ve sünnete dönmeye çalışan, hakiki İslam’ı sonradan çıkmış akımlara karşı savunan ve onları İslam medeniyetinin düşmanı olarak gören bir söylem. Bu hareket Osmanlı döneminde
yapılmış eserlerin yıkılması olarak şekillendi. İkinci faktör, Arap milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı üzerine şekillenen sosyalist fikirler. Bu süreç içerisinde yakın geçmişini inkâr eden, sonradan edindikleri kültürü benimseyen elitlerin hâkim olduğu bir yer hâline geldi Arap dünyası. Aslında sosyalizm enternasyonalizm demekken, Arap dünyasının sosyalistleri yerel Arap milliyetçiliğini ortaya çıkardılar. Her ne kadar on yıl kadar süren panarabizm fikri ortaya çıksa da sonrasında çok daha farklı bir şekilde dağılma yaşandı.
Türkiye’nin bölgede önemli bir yeri var. Türkiye içeriden bakıldığında küçük bir devlet gibi görünse de özellikle Arap dünyası açısından bakıldığında çok büyük bir devlet. Fakat Türkiye’nin bazı özelliklerinden dolayı Arapların çekinceleri vardı. O zamana kadar Selefî tavır İslam ve demokrasinin birleşemeyeceğini vurguluyordu. Buna göre demokrasiyi elde edemiyorsak hiç değilse demokrasi konusundaki idealleri muhafaza etmek için İslam’ı baskı altında tutmak gerekiyordu. Bu tavır Batı dünyası tarafından da çeşitli açılardan destekleniyordu. Türkiye’nin 2002 seçimleri çok farklı bir sonuç ortaya çıkardı. O zamana kadar Türkiye’de Müslüman yaşıyor mu diye düşünen Araplar, birdenbire Müslümanların, Müslüman kimliğiyle hükûmet kurabileceğini, meclisin büyük çoğunluğunu oluşturabileceğini ve bir devleti yönetebileceğini gördüler.”
Yüz yıl öncesine kadar bu toprakların bizim bir parçamız olduğunu, Türkiye’nin bu dönemdeki insanların hissiyatlarına vâkıf olarak kayıplarını telafi etmeye yönelmesi gerektiğini belirten Görgün, sözlerini şu şekilde noktaladı: “Ben bu Arap baharı dediğimiz hareketin çeşitli şekillerde Batı dünyasının ideallerine müdahil olma gibi faaliyetleri barındırmakla birlikte varoluşsal bir dönüşümün ifadesi olduğunu, bu dönüşümün geri çevrilemez bir süreç olduğunu ve bu çerçevede Türkiye’nin tayin edici bir yer edindiğini ifade etmek istiyorum. Eğer Türkiye bu süreçte gerekli adımları hızlı bir şekilde atıp bu süreçte daha fazla etkin olmayı başarabilirse, 10-20 yıl sonra dünya şu an göründüğünden çok daha farklı olacak. Bu, ülkemizde yaşayan insanların, siyasilerin, daha doğrusu her bir ferdin bilgi ve becerisiyle gerçekleştirilebilecektir. Bu, sadece Arap dünyasıyla alâkalı değil, bütün Balkanlar, Orta Asya ve Kafkaslar için de geçerli olan bir durum.”
Hazırlayan
Elif Darıcı (Gelişme 2)