Künye:
Serdar KILIÇ
KOCAV EGKM Ömer Lütfi Mete Salonu
14 Ocak 2017/17.00
Ahde Vefa
Cengiz AYTMATOV
Ayşe Hilal EZBER (İhtisas 2)
Hazırlayan: Büşranur Yücel (İhtisas 2)
KOCAV Başarı Öyküleri, kimi zaman kültür, kimi zaman sanat, kimi zaman iş, kimi zaman eğitim dünyasından önemli isimlerin hayat öykülerini bizlerle paylaştığı toplantılardır. Ayda bir defa olmak üzere dönem boyunca Cumartesi günleri düzenlenen Başarı Öyküleri etkinliğinde katılımcılar, kendilerine rol model alabilecekleri örnek şahsiyetler ile bir araya gelmekte, onları yakından tanıyarak tecrübe ve bilgi birikimlerinden de istifade etmektedir. Bu kapsamda Ocak ayında konuğumuz TRT Haber ekranlarında Doğadaki İnsan Programının sunucusu Serdar Kılıç oldu.
Doğa sevgisinin ve doğada yaşama merakının nasıl oluştuğunu anlatmakla söze başlayan Serdar Kılıç, çocukluğuna dair anılarına değindi.
Hiç unutmuyorum, bahar vaktinde bir bayram zamanıydı. Dedemle ağaç aşılamaya gitmişti. Dört günde onlarca ağaç aşılamıştı. Ancak oralarda insanlar yaşamıyordu. Dedeme orada insanların yaşamadığını söylemiştim. Neden o ağaçları aşıladığını sorduğumda ise ‘Oğlum oranın kurdu kuşu yok mu?’ demişti. Önce oradaki dağın kurdunu kuşunu anlamıyorsunuz. Ama biraz büyüyünce anlıyorsunuz ki o adam inancıyla, yaşantısıyla çok derin bir adam.
Cengiz Aytmatov bana dedemi hatırlatır. Onun yaşadıkları zorlukları dedemin de yaşadığını hissediyorum. Konuştuğu üslupta bile onun izi vardır. Dedelerim 1800 yıldır Anadolu coğrafyasındalar. Ama Cengiz Aytmatov’un anlattığı şeyler binlerce yıllık geçmişimize aittir. Aslında ben de dedemden aldığım tabiat kültürünü anlatmaya çalışıyorum. Öğrencilik hayatımda kimse bana öğretmedi; okulda kimse böyle bir şeyin olduğunu da söylemedi. Tamamen annemin, babamın ve dedemin beni yetiştirmesi ve onlardan gördüklerimle buradayım. Öğrendiklerimi de hep pekiştirmek amacıyla anlatmaya çalıştım. Benim televizyon programlarındaki maksadım da o zaten. Çocukla olan tabiatın o kopmuş bağını onarmak.
Şu anda hepiniz üniversite öğrencisi veya mezunsunuz. Bir şekilde bilimin bir parçasısınız. Zaten bilimin ta kendisi tabiatın içinde. Orada gizlice duruyor. Birileri bir şeyleri açığa çıkarmış ama biz şehirde oturarak bilimi geliştirmeye çalışıyoruz. Bu bana ters geliyor. Kaynağı orası. Peki, oraya dokunmadan öğrendiğimiz şeyi biz burada nasıl uygulayacağız? Onu da bilmiyorum açıkçası. Çünkü koptuk. Birisi bana ağacı kesmeyin dese, şehirde yaşasa hiçbir şey ifade etmez. Ağaçla bir bağı yok ki. Dedemin vardı.
Bana göre uzun ömürlü yaşama beslenmeyle alakalı bir şey değildir. Hayata bakış açısı, maneviyat, toprakla olan bağ, ilişkiler… bunlar çok etkilidir. Kafkasya’da halk çok mu sebzeyle besleniyordu da uzun yaşadı? Öyle derler ya şimdi; balık yiyin, sebze yiyin. Dağda yaşayanlar balık bilmezler ama ömürleri uzundur. Bu durumun içinde başka bir şey aramak lazımdır.
Dedem kendi atının nalını-mıhını kendi çakardı. Aynı zamanda marangozluk da yapardı. Ahırın kenarında bir atölyesi vardı. Avlunun kenarında küçükbaş hayvanların olduğu yerde ayakla çalışan bir torna makinesi vardı. Bununla bebeğe oyuncaklar, arabalar yapardı. Evin doğramasını falan yapardı. Acayip de becerikliydi. Savaşlara girmiş bir adamın,çocuk kaybetmiş bir adamın bu kadar ayakta durabilmesinin tek sebebi toprakla haşır-neşir yaşamasıydı.O kadar çok toprak adamıydı ki “Toprağa basmaya kıyamıyorum.” derdi. Gözü görmeyen kalbi gören Âşık Veysel aslında bunları görüp yazmıştı. Dedelerimiz onu dillendirmez, yaşardı.
Dedem beni bir gün aldı; atla dağlarda çobanlık yapan arkadaşlarına, eşine dostuna gezmeye götürürdü. Hâlbuki hayvan gütmeye götürüyor. Ama biz ona gezme diyoruz. Biraz küçükbaş hayvan, 10-15 tane Karabaş dediğimiz köpek var. Fakat bir tane de evin avlusunda duran her zaman gitmeyen ama ihtiyaç olacağı zaman hissedip giden bir köpek vardı. O da geldi. Adı da Karabaş. 4 gün kaldık dağda. Hayvanla ilişki insanın o dönemde içine dokunuyor. O arada dedem kurtla olan köpeğin hikâyesini anlatır. Uzaktan uluma sesi duyarız köpek bir ara yok olur; sonra sesler kaybolur, köpek tekrar gelir. Sürü varken köpek ortada yoktur. Çünkü etrafta orayı karakol gibi gezer. Etrafı denetler; kontrol eder. Emniyetini alır öyle gelir. Yanıma gelir oturur. Gece ateşin başında ben uyurken yanımda uyur. Bu anılarla 4 gün geçirdik. Akşamüstü eve dönüyoruz. Akşamüstü kokular daha da yayılır. Yukarıdaki yüksek basıncın etkisiyle kokular aşağıda durur ve daha iyi duyarsınız onu. “Oğlum tez gidek ki babaannen tandırda ekmek yapıyor.” dedi. Ekmeğe yetişecek; sıcak sıcak yiyecek. Düşünün 8-9 km. Şimdi 300 m yakındaki fırının kokusunu alamıyoruz. Tezek tandırında pişiyor. Ben daha alamadım kokuyu ama dedemede de bir şey diyemiyorum. Biraz daha yaklaşınca ben de kokuyu aldım. Dedemle aramızdaki duyum mesafesi 4-5 km var. Biz avludan içeri gittik. Hayvanlar tek tek sayılarak içeri konuldu. Bir Karabaşımız yok bir de koyun yok. “Eyvah! Karabaş’ı yoksa dedenin anlattığı hikâyeye göre kurtlar mı parçaladı!” dedim. Dedeme, Karabaş’ın nerede olduğunu sordum. “Oğlum o gelir, sen merak etme.” dedi. Dedeye aynı soruyu ikinci kez sorduğunda fena kızıyordu. Gereksiz konuşmalardan hiç hoşlanmazdı. Ben de aklımda kurguluyorum:Karabaşı kurt yedi. Karabaşın başına iş geldi.
Elimizi yüzümüzü yıkadık tandırın başına gittik. Babaannem hakikaten sabahtan mayaladığı ekmekleri unu hamuru tandıra yapıştırıyor. Altta tezek yanıyor. Yengem Çeçendir ve müthiş tereyağı yapardı. Hiç unutmuyorum; eliyle çevire çevire yapardı. Gece sağılan sütten sabaha tereyağını yapmış. O arada dedemin kara kovan balını bilirseniz bu öyle kara kovan değil. Böyle fındık dallarıyla örülmüş sepet, hayvan sıcak kalsın diye soğuk havalarda üstü tezekle sıvanmış. O arada geniş bir kalınlıkta petekler var. Oğlum bunları ye deyip elime verirdi. Ben de geze geze, döke döke yerdim onu. Orada dökülen şeyin ziyan olma durumu yok. Tabiattan gelen tabiata gidiyor bir şekilde. Hemen döktüğünüz yere bakarsanız karıncası, böceği gelmiş. Tabiatta çöp yok. Bizim oradaki çöp dediğimiz şey küllük olurdu. O küllüklerle yemekler kâseler yıkanırdı. Temizlik için kullanılırdı. Ağrısı olana ilaç yapılırdı.
Yedi yaşındayım. Dedem dedi ki: “Ben bu uşağı yarın tek başına Doru Aygır’a çıkaracağım; üstüne bindireceğim. Dedemin atı Kafkas Atıydı. Diğer atlara göre çok yapılı, cüsseli ve hareketli bir attı. Ondan başka kimse binemezdi. Dedem onu tayken almış. Babaannem derdi ki: “Evde yemek yiyoruz; at oradan kafayı uzattığında yediği yemekten ona da veriyor.”Dedem bu hayvana kamçı kullanmazdı. Islığıyla sesiyle onu idare ederdi. İkisi adeta arkadaştılar. Dedemden başka kimse ona binemezdi. Dedem dedi ki: “Ben bu çocuğu tek başına ona bindireceğim.” Ama ben korktum. Çünkü kimsenin binemediği ata ben nasıl bineceğim diye düşündüm. Heyecanlandım. babannem de dedi ki : “Yahu etme; uşağı düşürürsün. Babasına ne hesap veririz biz? Geceyse gözüme uyku girmedi. Sabaha kadar heyecanlandım hayal kurdum. Belki 1-2 saat dalmışımdır. Ama o 2 saat bile dağda dinlendiriyor insanı. Sentetik hiçbir şey olmadığı için, yanan malzeme de yapay olmadığı için, arabaların lastiklerinden çıkmış lastikler, balatalar duymadığımız için tamamen kerpiçten yapılmış, ahşap taş evlerin içinde uyuyorsunuz. Aynı tabiatın içinde uyuyor gibi. İçeride bakteri bile olmuyor. Sabah kalktığımda ise çok dinçtim. Dedemin yanına koştum. Baktım ki dedem yok! Atı harmana çıkarmış. O arada: Sabah güneş doğmadan önce sabah ezanından önce toplanırlar çobanlar onları alır dağa götürürler. Dedem de bizim atı salmış, harmanda bir oraya bir oraya koşuyor. Çıldırmışçasına şaha kalkıyor. Atın kişneme sesini duyan yaşlı, genç, kadın, erkek, herkes dışarıya çıkıyor. Baktım seyirci çoğalıyor. Dedem o yerinde duramayan atını ıslığıyla yanına çağırdı ve at dedemin yanında durdu. Dedem bana net bir ifadeyle 3 şey söyledi ve ben bu ata binerim ve giderim gibi hissettim. “ Oğlum; atın yelelerinden sıkı tut.” dedi. “c1 kemiğine otur ve at ne tarafa eğilirse sen de o tarafa doğru eğil.” dedi. Bana bunları öyle bir ifadeyle söyledi ki ben sanki eskiden beri ata binmeyi biliyorum gibi geldi. Gözümün içine bakarak: “Hadi göreyim seni.” dedi. Ve atın üzerinde hiçbir şey yoktu. Şimdi öyle bir şey yapsanız çıldırmış olmalı derler bindiren için. Atın yelelerinden tuttum. Dedeme bir daha baktım. Dedem ıslığı çaldı. Hayatımda üstü açık giden böyle bir şey daha görmedim. Resmen uçuyoruz. Yeleler ağzıma yüzüme vuruyor. Korkudan, heyecandan bağırıyorum. Bütün duygular birbirine karışmış ve gözlerimi yaştan açamıyorum. Ama artık at nereye dönecekse onunla beraber dönmeye başladığımı hissettim. İkinci ıslık çalana kadar bütün gün at binmiş gibi geldi bana. Belki 2 dakika koştuk. Dedemin yanında durdu at. Düşmemiştim. Beni attan indirdi ve sert bir ifadeyle: “Aferin oğlum.” dedi. Ben o yaz tatilinde ayağım yere değmeden gezdim diyebilirim. Dedem o derece müthiş bir adamdı.
Evimizde kilolu kimse olmazdı. Hatta köyde de yoktu. Evde oturan birisi olduğu zaman derdik ki bu kişi cezalı. Şimdi ise bütün çocuklar cezalıymış gibi, hastalıklıymış gibi evde. Ben bu işin ilmini de yaptım. ODTÜ’de okudum. Jeolojiyi de spor bölümünü de okudum. Birçok şeyi kendi üzerimde de denedim.10 yaşındaki bir çocuk en az günde 10 km koşmalıdır. O da spora gidip koşmayla olacak iş değil. Çocuk oyun oynayarak, ağaca çıkarak, eşek kovalayarak, hayvan güderek, bahçede çalışarak, ağaç ev yaparak, sokak oyunları oynayarak hareket etmelidir. Şimdi bizim çocuklar servise biniyor. Servisle okula gidiyor. Çocuğu okulda da koşturmuyorlar. Çizgisiz bir şekilde gönderiyorsunuz çizgisiz bir şekilde geri istiyorsunuz. Ancak çocuk koşacak, bir yerlerini vuracak, kıracak. Biz başımızı çarptığımızda ekmek çiğneyip basardık. Şimdi öyle bir şey olduğunda revire götürüyorlar bizi arıyorlar.
Her gün -8000 m hanelerine yazılıyor. Çocuk ise bunu hayatı boyunca dolduramaz. Hareket etmeyen birisi içindeki gazlar, hormonlar, duyular, kaslar düzgün çalışmazsa çocuk dik de duramaz, öğrendiğini de uygulayamaz.
Biz köydeki o ağaçlar büyürken dalındaki meyveleri koparırdık. Azarı işitirdik. Altında salıncak yapar sallanırdık. Gölgesinde anne babamızla tarlanın arasındaki armut ağacının dibinde oturur yemeğimizi yerdik. Ekinleri biçen dedelerimiz olurdu. O yüzden benim için ağacın kesilmesi başka bir şey ifade ediyor diyorum. Dedem o ağaç meyve vermeyi kestiği zaman o ağacı keserdi. Hiç de zorlanmadan. Onu köküne kadar kullanırdı. Onu evde her türlü şeye dönüştürebilirdi. Bir çeyiz sandığından tutun da bir müzik aletine kadar.
Dedemin iyi bir lafı vardı: “Oğlum kılıcını ne kadar döğersen o kadar ağzı keskin olur.”
Ben gezmeyi çok seviyorum. Öyle oturup okuyup öğrendiğim şeyler bana pek fazla bir şey ifade etmiyor. Ama gezdiğim için, dedemi tanıdığım için toprakla dövenin üzerine de çıktığım için buğdayın hikâyesini de bildiğim için keven dikeninden ışkınından yemek yediğim için de kengerden sakız yaptığım için de, o çobanın değneğinin değdiği yerde yabanarmutu yediğim için de Cengiz Aytmatov’u çok iyi anlıyorum. İnsan okuduğunun yüzde onunu hatırlayabilir diye bir istatistik koymuşlar. Avustralyalı Edgar Dein diye bir adamın istatistikleri. Okuyan adam yüzde onunu aklında tutar, gezen adam yüzde kırk elli der ama yaşayarak öğrenen adam yüzde yüzünü aklında tutar der, hakikaten öyle. Bence Cengiz Aytmatov çok kıymetli bir yazardır, onun hayatını anlamak için gezmek lazım görmek lazım. Anadolu’da hala o izleri taşıyan geleneklerimiz var. Ardahan’daki köylerde de, Şavşat’ta da, Kırşehir’de de, Sivas’ta da, Düzce’de de var. Benim programda anlattıklarım zaten bunlar. Bizi bir araya getiren unsurlar hep bu değil mi? Kara kaşım, kara gözüm için burada değilsiniz. Herkes ortak bir şey bulduğu için geliyor.
Güzel yaşlanmak iyidir. Kimileri yaşlılığını gizlemek için bir sürü estetikler yaptırıyorlar. Ama asıl gizlenmek istenen şey o değil bence. İnsan demek ki özüne dönememiş. İnsan özüne dönse iyi yaşlanır. Dedemin o bilgin halini, ölmeden önceki suratının halini de hatırlıyorum. O mavi gözleri olan ak suratlı adamı. Hayattan zevk almış, acıları da tatmış. Onların da bir dengesinin olduğunu düşünüyor zaten. Babaannem öyle derdi rahmetli: “Oğlum hayatta bir denge var: İyi var, kötü var, acı var, tatlı var. Biz bunu gördük şimdiye kadar”. Dedemden sonra öldü babaannem.
Dağda hücreleriniz sakinleşiyor arkadaşlar. Dağdaki su bile dingin akıyor. İnsanı rahatlatıyor. Marangozluk yapmaya başlayın. Bu gibi küçük şeylerle uğraşınca rahatladığınızı hissedeceksiniz.