Editörden
İnsan ve Zaman
“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın gormuşuz
Biz neşatın da gamın da ruzgarın gormuşuz”
-Nabi
Gecenlerde oturup hatırladığım en eski anıma gitmeye çalıştım. Unutmayı zor bilirdim, meğer hatırlamanın geri kalır yanı yokmuş unutmaktan. Elbette doğrudan en eski ana gitmek mümkün olmadı. Kaseti geri sararak ilerlemek en makul yöntemdi sanırım. Belki kaset filmini hızla cevirip, on sekiz kadar yılı atlayıp beş yaşıma ulaşabilirdim. Ancak ağırdan almak istedim. Sherlock misali indim zihin sarayına. Saray dediğime bakmayınız efendim, mahzenden halliceydi benimkisi. Dünden başladım önce, sonra beş yaşıma ulaşmanın kırklı yaşlarıma kadar süreceği çekincesiyle vazgeçtim. Her yıldan belli kesitler anımsamak daha süratli bir rota ortaya koyacaktı. Geçen yıl, ondan önceki yıl ve ondan da önceki yıl derken bu şehre adım attığım ana kadar kısaca gezindim. Fark ettim ki dört yılda dört yaştan fazla büyütmüş bu şehir beni. Edebiyat dünyası gibi ikilemde kalıp hem güzellemeler yaptım İstanbul’a, hem de sövmekten alıkoyamadım kendimi. Sonra lise yıllarına geriledi kaset. Bugünüme armağan birkaç dost bir de eş cıktı kasetteki filmin o kesitinden. O yılların film şeridindeki en belirgin kareler hastaneler ve ambulansların olduğu karelerdi. Burnuma gelen hastane kokusundan bunalmış olmalıyım ki hızlıca atlamak istedim o yılları. Derken ortaokul, sonrasında ilkokul. Çocuk parkları, bahçeler, toplar, salçalı ekmek, ağlamalar, gülmeler diye giderken bulanıklaşmaya başladı kaset. Zar zor gittim en eski anıma, iki yaşlarıma geldiğimde artık film tamamen parazitlendi. Velhasılı kelam sevgili okuyucu, şairin de vurguladığı gibi her duyguya yer vardı kucucuk nefeslerimizde. Cocuksu saltanatım ne kadar yuksuz ise de bu yolculuk yuksuz surmuyordu. Surmeyecekti de belli ki. Ancak oyle ya omur dediğin yaşamak ve olmekti. Kendimi hatırlamakta bu kadar zorlandığımda bir soz geldi aklıma: Seni hatırlayan son insan da olduğunde hic doğmamış olacaksın. İşte şimdi yazıyorum sevgili okuyucu, ölürsem bu yazındaki dizelerimle hatırla ve olumsuzluğu bahşet bana…
Yusuf Ekrem ÇELEBİ
Ne mevsimler gelip gecti bezm-i elestten beri
Gecen cumle nevbaharın muştusudur fasl-ı gul
Zaman; yaratılışından bugüne fanilerin önüne sunulan adeta bir geçit sevgili okur. Bizler ise durmaksızın bu gecitte gunlerimizi tuketiyoruz. Nitekim bu alem üzerinde gecenin zaman olmadığı, asıl bizlerin zamanın içinden geçip gittiğini idrak edebilmek de istikamete ancak bu pencereden bakmakla mumkun olur. Fani insan acelecidir; durup düşünecek, silkinip toparlanacak vakti olmaz. Zira dünya üzerindeki yarınları hazırlık ister, bugününden daha iyisine, daha şöhretlisine erişmesi gerekir. Bu nedenle kimi vakitler insan, dünyaya geldiğinden bu yana yaşadığının bir anlığına farkına varır, “hey gidi zaman, nasıl da hızlı geçiyor” der, bir omur farkında olamayışını gününün yüzde bilmem kaçını oluşturan kısa bir anında telafi ediverir. Fakat ademin, yaptığı seferinden habersiz bırakılacağını düşünmek doğru değildir. Öyle ki yolculukta geçirdiğimiz kışlar, peşi sıra gezerlerken vuslatın tohumlarını bir taraftan üstümüze serper. İşte bu geçitte yaptığımız yolculuğun emareleri bir sure sonra zuhur etmeye, saclarımıza tutunan tohumlardan beyaz filizler serpilmeye başlar. Artık bu andan sonra içinden geçmekte olduğumuz zamanı ve vuslatı haber edilen alemi görmezden gelmek mümkün değildir. Bu sebeplerden de yolculuk, unutulmaya ve ötelenmeye gelmez sevgili okur; zira serpilen filizler yolun geri kalanında yolculuğun şahitleridir.
Ancak sefer, yalnızca güz fırtınalarından da ibaret değil sevgili okur. Bu yolculukta nice güzlerin üzerine baharlar gelir, nice yorgun esintiler serin yellere doner. Dolayısıyla biz zaman elçilerine, kışların aynalara yağdırdığı karlara aldanıp mevsimlerden ümit kesmek yakışmaz. Zira yalnız aynalarımıza yağan kar değildir yolculuğumuzun şahidi; baharların yolumuza serptiği tohumlar da kok salar sevgili okur. Fakat bunlar, aynalara yağan karların yaptığı gibi bize geçitteki yerimizi acımasızca hatırlatmaz. Aksine, zaman geçidinin o faslında görüp yeşerttiğimiz goncalar; vuslata erdiğimizde yolculuğa değil, bize şahitlik edecek olanlardır. Vuslat odur ki; yol biter, arzular geçer, cabalar söner. Hilalin gölgesinde, kalemin izinde aldığımız bu yolun vuslatta şahitliğimizi yapması temennisiyle…
Beyzanur KANDEMİR