Cumhuriyet Dönemi Bilim Hayatında Bilim Kurumlarının Rolü
Düşünce sohbetlerinin mart ayı konuğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Bilim Tarihi Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. Sevtap Kadıoğlu oldu. 02 Mart 2024 Cumartesi günü gerçekleştirilen düşünce sohbetlerinde Düşünce Dergisi 19.sayısında yayınlanan “Cumhuriyet Dönemi Bilim Hayatında Bilim Kurumlarının Rolü” başlıklı makalesi çerçevesinde ve Araştırma Görevlisi Esra Gültekin’in yönlendiriciliğinde Cumhuriyet döneminin bilim sahnesindeki önemli kuruluşları hakkında derinlemesine bir sohbet gerçekleştirildi.
Düşünce Dergisi’nin “Cumhuriyet” özel sayısına değinerek programı başlatan Gültekin, 100.yıl sayısının amacının Cumhuriyet’i daha iyi anlayabilmek ve hem köklerimizi hem de cumhuriyetin bizi hangi geleceğe taşıdığını görmek olduğunu belirtti. Osmanlı Devleti’ndeki toplumsal yapıya“Meritokrasi” denilen bir sistemin hâkim olduğuna ve bu sistemin yetenekçe ve nitelikçe üstün olan kişilerin üzerine kurulu bir sistem olduğuna değindi. Batı’da ise kişilerden çok kurumların öncü olduğu bir yapı karşımıza çıktığını ve bu sistemin dışında kalamayacak olan Türkiye’de Cumhuriyet kurulurken kurumların üzerine gidildiğini belirtti. Cumhuriyet’in kurumlarla anlaşılabilecek bir yapı olduğunu ifade eden Gültekin, bu konuda kapısı çalınacak ilk kişilerden birinin de Sevtap Kadıoğlu olduğunu söyleyerek sözü Kadıoğlu’na bıraktı.
Bilimin Sistematikleşen Yolculuğu
Konuşmasını KOCAV ailesine teşekkür ederek başlatan Kadıoğlu, bir toplumun bilim hayatının başta üniversiteler olmak üzere çeşitli bilim kurumları, araştırma merkezleri ve enstitüler etrafında değerlendirilebileceğini belirtti. Gültekin’in de girizgâhında bahsettiği Meritokrasi’ye değinen Kadıoğlu; bu durumun önceden böyle olmadığını, bilimin bireysel bir faaliyet olmaktan çıkıp kurumsallaşması, sistematikleşmesi hatta profesyonelleşmesinin ancak 17.yy.dan sonra bilimle uğraşan kişilerin bilimi aynı zamanda meslek edinmeleri ile olduğunu söyledi. Bilimdeki bu kurumsallaşmanın hem bilim insanları arasındaki iletişim hem de bilimin toplumda bir prestij kazanması açısından önemli olduğunu vurguladı.
Kadıoğlu, Cumhuriyet dönemi bilim hayatına dair yaptığı sınıflandırmayı şu sözlerle ifade etti: “Cumhuriyet dönemi bilimini değerlendirmenin birçok yolu vardır. Bunlar niteliksel ve niceliksel şekilde olabilir. Diğer bir yol ise benim seçtiğim yol: O toplumun ya da dönemin bilim kurumları ya da o bilim kurumları çevresinde çalışan bilim insanları üzerinden bilim hayatı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak. Bu tamamen benim yaptığım bir ayrımdır.
Cumhuriyet dönemi bilim kurumları:
- Üniversiteler: eğitim, araştırma ve yayın yapar.
- Araştırma geliştirme kurumları: Toplumun belirli ihtiyaçlarına yönelik olarak kurulur ama bunu yaparken de o uygulamalı alanın temel biliminden faydalanır. TÜBİTAK, TÜBA, MTA vb.
- Bilim insanları: Osmanlı döneminde yetişen ama Cumhuriyet’in erken döneminde faaliyet gösteren bilim insanları, Cumhuriyet döneminde yetişen ve Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği ilk bilim insanları, mülteci bilim insanları. “
“Ne yer kaldı ne yâr kaldı; bir tek Ali Yar kaldı”
Konuşmasının devamında 1933 yılı Üniversite Reformu’na değinen Kadıoğlu, Osmanlı döneminde kurulan Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesi olayının 1933 Üniversite Reformu olarak adlandırıldığını ve bu tarihin Cumhuriyet tarihi bilim hayatı için önemli bir tarih olduğunu ifade etti.
Klasik dönem Osmanlı’nın en önemli eğitim kurumunun medreseler olduğunu söyleyen Kadıoğlu, bilim ve ilim adına ne yapılıyorsa medreselerde yapıldığını vurguladı. Medreselerden Darülfünun ’un açılmasına kadar olan süreci şu sözlerle ifade etti:“Osmanlı’nın zaman içindeki savaş yenilgileri bilim ve teknolojide geride kalındığının farkına varılmasına neden oluyor. Öncesinde de fark edilmiştir ancak radikal tedbirler askerlik alanında yeni modern kurumların başlamasıyla olmuştur. Ancak 19. Yüzyıla gelindiğinde Darülfünun adında yükseköğrenim kurumu açıldı ve 1900 yılından itibaren düzenli ve sürekli eğitime geçildi. Osmanlı dünyasının ilk üniversitesi olan Darülfünun, faaliyetini Cumhuriyet’in ilk 10 yılında da sürdürdü. 1933’teÜniversite Reformu ile İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldü.”
Kadıoğlu, bu reform çerçevesinde çok sayıda öğretim görevlisinin tasfiyesinin yapıldığını ve reformu en tartışmalı kılan konunun bu tasfiyeler olduğunu ifade etti. Reformla birlikte en az tasfiyenin Edebiyat Fakültesi’nde en büyük tasfiyenin ise Fen Fakültesi’nde olduğunu ve Fen Fakültesi’nde yalnızca üç hocanın kaldığını ve bu hocaların “Hamit Nafiz Pamir, Fahir Yeniçay ve Ali Yar” olduğunu söyledi. Hatta tasfiyelerin ne kadar şiddetli olduğu üzerine Fen Fakültesi’nde yaygınlaşan bir söylemi de dinleyicilerle paylaştı: “Ne yâr kaldı ne yer kaldı; bir tek Ali Yar kaldı.” Konuşmasının devamında reformun gerekliliği hakkında bir şüphe olmadığını söyleyen Kadıoğlu, bu gerekliliğe rağmen yapılan tasfiyelerin bir kriterinin olmamasının olumsuz etkilerine değindi.
Kadıoğlu Cumhuriyet hükümetinin Darülfünun’a verdiği önemi de şu sözlerle ifade etti: “Rektörlük binası eskiden Harbiye Nezareti binasıdır. Harbiye Nezareti Osmanlının kalbinin attığı yerdir. Rektörümüzün makam odası aynı zamanda Enver Paşa’nın makam odasıdır. Bakanlıklar Ankara’ya taşındıktan sonra Atatürk’ün emriyle bakanlıklardan boşalan binalar eğitim kurumlarına tahsis edilmiştir.”
Kurumları Organize Edecek Bir Devlet Politikası
Darülfünun ve İstanbul Üniversitesi’nin birbirlerinin devamı olan kurumlar olduğunu ve farklı kurumlar olduğuna dair iddiaları kabul etmememiz gerektiğini söyleyen Kadıoğlu, konuşmasına Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nden bahsederek devam etti:“Cumhuriyet yöneticilerinin ilk hedefi sanayide yükselme olsa da büyük ölçüde Türkiye bir tarım toplumudur. Bu sebeple tarımsal faaliyetlerin de bilimsel temellerle yapılma ihtiyacı vardır ve bunu karşılamak üzere kurulmuş bir kurumdur. Burada amaç tarım ülkesinde tarımın bilimsel amaçlarla yapılmasını sağlamaktır. Adı enstitüdür ama fakülteleri vardır yani üniversite yapısındadır. Alman bilim insanları tarafından kurulmuştur ama savaş patladıktan sonra bu kurumu kuran Almanlar uzaklaştırılarak yerini Almanya’da eğitim almış Türk hocalar almıştır.”
Son olarak TÜBİTAK kurumunu anlatan Kadıoğlu, her kurum kendince bilim üretmeye çalışırken bütün bunları organize edecek ve bir devlet politikası olarak devletin ve milletin yararına bunları yönlendirecek bir üst kuruma ihtiyaç olduğunu söyledi: İkinci Dünya Savaşı; milletlerin hayatına, devletlerin kaderine bilimin ne kadar etki ettiğini çok acı bir şekilde gösterdi. Atom bombası kimdeyse o kazandı. NATO ülkelerinde özellikle araştırma temelli kurumlar kuruldu. TÜBİTAK da bunlardan birisidir.”Kadıoğlu, TÜBİTAK’ın kuruluşuyla Türkiye’nin ilk defa bilim ve teknoloji alanındaki araştırmaları düzenlemek ve bir bütün olarak ele almak için bir kurum meydana getirdiğini belirtti. Bilim politikası diye bir alanın eskiden de var olduğunu ama bu alanın teorisinin yeni olduğuna dikkat çeken Kadıoğlu, Osmanlı padişahının Mühendishane’yi kurmasının da bir bilim politikası olduğunu çünkü politikanın esasında yapılan tercihler anlamına geldiğini ama bunların Osmanlı Devleti döneminde bir teori üzerinden yapılmadığını ifade ederek TÜBİTAK’ın devletin bir bilim politikası faaliyeti amacıyla kurduğu ilk kurum olduğunu vurguladı.
İstanbul Üniversitesi kuruluş tarihi ve dünyadaki en eski üniversiteler sıralamasındaki yerine yönelik seyircilerden gelen bir soruya Kadıoğlu: “Türkiye’de ve İstanbul’da yükseköğretimin tarihi 1453’tür. Darülfünun da buna dayandırılır. İstanbul Üniversitesi sıralama tartışmasına girilmeyecek kadar eski ve köklü bir üniversitedir.1933 kesinlikle yanlış bir tarihtir. Köklerini geriye götürmek varken bunu 1933 ile sınırlandırmak çok yanlıştır. İstanbul Üniversitesi yeni veya bambaşka bir kurum değildir, Darülfünun’un devamıdır.”diyerek İstanbul Üniversitesi ve Darülfünun’un birbirinin devamı olan kurumlar olduğuna tekrar dikkat çekti.
Konuya ilişkin dinleyicilerden gelen diğer soruların da cevaplandırılması ve Prof. Dr. Sevtap Kadıoğlu’na;Vakıf başkanımız Av. Dr. Ali Ürey, MSÜ Deniz Harp Okulu Dekanı Prof. Dr. Cemalettin Şahin ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Elmalı’nın ebru takdimi ile program sonlandırıldı.
Ayşe CERİT (Gelişme 2)