6 Ekim 2024

Turgay Tanülkü: “Ülkeyi Sevmek, İnsanı Sevmekten Geçer”

“Çocuğa dokunman lazım, dokunmadan olmaz. Yani çünkü insan sadece karnını doyuran bir mahlûk, bir yaratık değil. Bu konuşan nefes alan bir başka insanın kokusundan etkilenen bir varlık. Ve çok değerli bir varlık…”

Karşımızda Hayat Bilgisi, Cennet Mahallesi, Behzat Ç., Dur Yolcu, Kırmızı Işık, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz gibi pek çok dizide Çakal, Devrim Arabaları, Yaşamın Kıyısında, Dar alan Kısa Paslaşmalar, Yaşamın Kıyısında, O Şimdi Mahkum, Kuruluş gibi önemli sinema filmlerimizde rol almış dahası Ferhunde Hanımlar’ın Belalısı, Kurtlar Vadisi’nin Şahin Ağası vardı… Yani elinde tespihiyle, sırtında ceketiyle evlerimize konuk ettiğimiz “ağır abimiz” Turgay Tanülkü… Tiyatrocu, sinema ve dizi oyuncusu, eğitmen ve gerçek bir Baba…

Turgay Tanülkü, 1953 yılında Uşak’ta doğdu. Tiyatroyu her zaman çok sevdi. Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan 1976 yılında mezun oldu. Okul süreci çok da kolay değildi. Yedi yıl hapis yattı. Uzun süren mahkeme süresince okuluna aralıklarla devam edebildi. Kimse ne olduğunu anlamasa da bu zorlu günler onu kutlu bir ülküye hazırlıyordu. Mahpusluk yıllarında hapishaneleri yakından gözleme imkânı buldu. Özellikle kadınları, çocukları kendi ifadesi ile ziyaretçilerin dramını. Ondan sonra kararını verdi ve “ben buraya bu çocuklar için döneceğim” dedi. Eşi, Zehra’nın desteği ile ülkemizde imkânsız, olmaz denilen bir işe imza attı. Birçok çocuğa “babalık” yaptı, eşi ile aile oldu unutulmuşlara. Hem de kimseden yardım almadan sessiz ve sedasız. Bu koca yürekli “abimiz” ile hem kendi hayatını hem de herkesin örnek alması gereken davranışının hikâyesini konuştuk. O anlattı biz gözlerimiz dolu, ağzımız açık dinledik…

Çocukluğunuz nasıl geçti?

Dört kardeşiz. Ağabeyler ve ablalar üniversitelere gittikleri için ben yalnız büyüdüm. Hem çocukluğu hem sokağı, hem de yoksulluğu yaşadım. O dönemdeki yoksulluk adam ediyordu insanı. Çünkü şimdiki gibi “ben mağdurum, bana yardım edin” gibi bir laf, öyle bir sözcük yoktu. Kendi mücadeleni kendin yapıyordun.

Koca şehirde gazete satıyordum. Cumartesi pazar da simit satıyordum. Gazeteleri cezaevlerine satıyordum. Cezaevine alışkanlığım çocukluktan yani. Oradaki mahkûmların hoşuna gidiyordu. Bütün mahkûmlar beni beklerlerdi. Şimdiki gibi değildi cezaevleri. İçeriye kadar girebiliyordum.

Bir İç Anadolu şehrinde,Uşak’ta doğdunuz. Buradan tiyatroya yolunuz nasıl uzandı?

Benim dönemimde Köy Enstitüsü öğretmenleri gerçek öğretmendi.Kurs diye bir şey yoktu. Matematikten anlamazdım, zayıftı yani. Öğretmenim ders bitince “Sen bekle!” derdi. Okul biterdi adam otururdu kantinde. Bana o günkü dersi bir daha anlatırdı. Ne para ne pul istemezdi.

Hem ilkokulda hem de ortaokulda sanat kollarından birini seçtim. Okumayı da çok seviyordum. Mesela ilkokulda abilerimin okuduğu kitapları okumaya çalışırdım. Hatta abim de kafam karışacak diye kızardı. Yolda yırtılmış, atılmış fark etmez bulduğum her gazeteyi okurdum. İlkokulda, okula gitmeden önceki saatlerde sabahleyin gazete satıyordum. Dolayısıyla mola verdiğimde o gazeteleri okurdum. Tiyatro sözcükleri duydum ilkokul birde iken. Sonra dediler ki halk evlerinde tiyatro var. 1960’lı yıllar… O zaman ülkenin bütün illerinde tiyatro ve müzik kursları olan halkevleri vardı. Ben de Uşak merkezdeki Halk Evi’ndetiyatroya gitmeye başladım. Böyle tertemiz iyi giyimli abileri ve ablaları görüyordum.

Küçük yaşta, halk evlerindeki tiyatro salonlarına provaları izlemeye başladık. Sonra“madem oturuyorsun hadi gelin bakalım temizliğe yardım edin” dediler. Onlara çay falan getirip götürmelere başladık.Derken bir gün ilkokul üçteydim abilerden biri rahatsızlandı. “Gel, onun yerine sen oku provada” dediler. Verdiler teksti bana. Büyük bir heyecanla sıram geldikçe okumaya başladım. Hoşuma da gitti. “Bir de şöyle oku” diyorlardı; düzeltiyorlardı hatalarımı. Derken sonra bir tane de rol verdiler; onda da çaycıydım. Kahvede çay dağıtıyordum. İşte böyle başladı tiyatro dünyam.

Annem ve ailem de mutluydu yani. Gittiğim yer belli, geldiğim yer belliydi. Okuldan çıkınca hemen koşarak oraya gidiyordum. Bir de çevrem değişti. Abiler ve ablalar yollarda gördüğünde benimle konuşuyorlardı. Onlardan bir şeyler öğreniyordum. Yaşımdan önce büyüdüm. Bir de babasızdık. Bunun için onlar da hem babalık hem abilik yapmaya başladılar. Böylece tiyatroyu sevdik.

Cezaevlerini genelde toplumda kötü insanların kaldığı, gidilmemesi gereken; böyle mümkünse şehrin dışında, büyük duvarların ardında insanları cezalandırmak için yapılan mekânlar olarak görülüyor. Buralarda tiyatro gibi şeylerin yapılabilme ihtimali açıkçası uzak geliyor ya da gerek yok onlar çeksin cezasını gibi bir düşünce var.

Ben yıllarca cezaevlerinde tiyatro yaptım mahkûmlarla. Mahkûmları çalıştırıp oyun çıkartıyordum. Sonra da her cezaevlerinin kendi tiyatro grupları oldu. T tiplerine salonlar yaptırdık. Ama ben seksen birden beri bunun kavgasını ve mücadelesini verdim. Bu süreçte karım Zehra da hep yanımdaydı. Ulucanlar’da ve Bayrampaşa’da daha sonra diğer büyük kentlerin ceza evlerinde tiyatro yaptık. Sonra beş yıl bir oyunla İstanbul’dakiler de dahil bütün Anadolu’daki cezaevlerine gittim. Yaklaşık altmış cezaevinde, altmış yerleşik yerde, yüz yirmi bine yakın mahkûma oyun oynadım. Tiyatro gidiyor. Köylere de gider. Biz vakti zamanında traktör tepelerinde tiyatrolar yaptık.

Sokaktaki insan neyse ceza evindeki de o. Yani buradaki insanın ne kadar hakkı varsa bana göre oradaki insanın da o kadar hakkı var. Cezaevinin felsefesi nedir?Suça karşı ıslah etmek değil mi? O zaman o ıslahta sanatın da tiyatronun da müziğin de yeri vardır. Çünkü insanlara dokunmaya dokunmaya insanları dışlarsın. Dışladığın insansenin düşmanın olur. Ve senonu parçalarsın. Şimdi etnik kökeni parçaladılar; insanları parçalıyoruz. İşte sen sarışınsın, ben esmerim, sen kumralsın. Yok, böyle bir dünya. Şu sokağa çıktığınız zaman Birleşmiş Milletler gibiyiz. Herkes var. Çünkü bu yağmur herkesi aynı şekilde ıslatır. O zaman birbirimizi seveceğiz. Birbirimizi koruyacağız.

Cezaevindeki insan dışarıdaki insana acı vermiştir kabul. Ama netice olarak oradaki de dışarıdaki de yani acı veren de acı alan da benim kendi ülkemin insanı. Ve ben devlet memuruysam, devlet tiyatrolarında çalışan bir adam olarak tanımadığım insanların vergileri benim maaşım olduğunda onlar benim ağam-babam. Eleştirmeye kaldı mı onları dışlayacağım. Yok, böyle bir dünya. Dolayısıyla bu ülkede memurluk yapan herkes sokakta beğenmediği insana karşı saygılı olmak zorundadır. Herhangi bir daireye gittiği zaman o insan sana saygılı olacak, sen de ona olacaksın. Çünkü senin vergilerinle o maaşını alıyor. Sen de o emeğe cevap veriyorsun.

Sinema, tiyatro vb. sanatlarla uğraşanlar,aydın ve biraz daha bilgili, ulaşılmaz ve erişilmez gibi bir algı var. Topluma üstten bakıyorlar.

Bana göre değildir. Benim felsefem de öyle bir şey yok. Çünkü ben oyuncu olarak sokaktan beslenen birisiyim. Her türlü oyunun besin kaynağı sokaktır. Dolayısıyla sokağı işleyen veya duruşu sokak olan her türlü rol benim için daha sıcaktır. Çünkü çocuklarımızdan da bilirim; bir çocuğa dersi dört ve altı yaş arasında verebilirsin. İnancı, özgürlüğü sevgiyi, hayvana sevgiyi, insana sevgiyi ve saygıyı dört ve altı yaş arasında senden görerek öğrenir. Okul, eğitim çok sonra gelen şeyler. Okumak, insanı adam etmez; adamı, aile adam eder. O, dört ve altı yaş arasını deneye deneye gördüğüm olay bu işte. O yaşlarda çocuk senden ne gördüyse tekrar altını çiziyorum; inancı, sevgiyi, paylaşmayı, ahlakı, ahlaksızlığı, hırsızlığı veya adamlığı senden öğrenir. Okul, öğrenilenleri cila yapan bir şey sadece bana göre. Okuldan itibaren çocuk bir çizgiye oturmaya başlıyor. Bunu yaparsan günah, bunu yaparsan ceza yersin ve şunu yaparsan okuldan atılırsın.

Yaramazlık cam kırmak değil topluma yaramıyorsa yaramazlıktır bana göre. Taş atmış, kuşu vurmuş ve yaraladıktan sonra o kuş için ağlamış çocuk bence eğitilen çocuktur. Çocuk kendi suçunu görebilmelidir. Onun için çocukları özgür bırakalım diyorum. Çünkü çocuklarda yaranma yoktur. Ya ben bunu yapayım de Turgay babama yaranayım diye bir şey yoktur. O an onu yapmak ister ve yapar. Sen ister beğen ister beğenme.

Peki,çocuklarınızla ilişkiniz nasıl başladı?

Benim çocuğumun olmayacağı 19 yaşındayken belliydi; işkence görmüştüm. Zehra’ya da onu söyledim baştan. “Aman,bir sürü çocuk var dünyada” diye espri yapmıştı. 81 yılında ilk oğlumuzu aldık. Alma değildi aslında o. Şimdikiler gibi değildi. Aldığımızda babasıyla kalıyordu, annesi cezaevindeydi. Affedersiniztiyatrodan maaş aldığımız zaman üstbaş harçlık gönderiyorduk. Bir baktık çocuğa gönderdiklerimiz kaybolmaya başladı. Bu sefer “ev tutsak” dedim. Yani yasal hakkımız yok çocukları alamazsın. Sonra “aileleriyle anlaş” dedi o zamanki başsavcı. “Ailelerle anlaşırsan senin evine kreş gibi gelir, giderler. Ancak öyle yaparsan alırsın” dedi. Erkek çocuğu olduğu için daha bir rahat oldu. 11 yaşında erkekti. Önce Kurtuluş’ta bir ev tuttuk. Bir arkadaşımın evinde kalıyordu. Orada bakılıyordu. Uyku saatinde onu bırakıyorduk.

O zaman ben annem ile oturuyordum. Annem üzülüyordu çocuğa. Çocuk kahvaltı yapıyor, bakıyordum annem ağlıyor. Annem kalpten gidecek yani. Çünkü çocuk çok mazlumdu. Giderek çocuklar çoğalmaya başladı. Bu sefer ayrı bir ev tuttuk. Daha sonra bir kız çocuğuna ulaştık bizim dünya değişti. Kız çocukları başka bir dünya. Daha fazla ilgilenmen gerekiyor. Daha bir narin oluyor. Hani kadife bile onların yanında kaba kalır. Kız çocuğunu anlamaya başladığında, anlayabildiğinde dünyan değişiyor. Bir de ben sokağı bildiğim için orada kız çocuklarının yok oluşlarını görüyordum. Erkekler nispeten de kız çocukları tamamen yok oluyordu. Hele kızlar 12-13 yaşlarına geldikleri zaman dünya onları başka türlü görmeye başlıyordu.

Çocukların sizi kabullenmesi nasıl oluyor?

Bizim yanımız daha bir özgür daha bir sıcak olarak görülüyor. Cezaevinde annesiyle birlikte koğuşta kalıyor. Mesela koğuşta çocuğu olmayan kadın mahkûm öbürüne sustur çocuğunu diyebiliyor. Bağırıyor çağırıyor. Kavgalar var. Dışarıda böyle bir şey yok. O çocuk kendisi gibi başka çocukları da gördükçe bir rahatlama dönemi geçiriyor. Sonra bizden ilgi görüyor, bağırma çağırma öyle bir şey zaten olamaz. Sonra okuyan çocuk daha iyi bir durumda oluyor. Hoşuna da gidiyor. Hepsinin yanında övüyoruz. Bak işte“Menekşe okudu ne güzel. İşte şu okudu, şöyle iyi oldu”diyoruz. Onunla muhabbet etmek, paylaşmak zaten onların dikkatini çekiyor. Ve bu sefer okumaya başlıyor beni baba ve Zehra anne sevsin diyerek. Yani bir de nasıl söylenir; bizden daha önemliler. Mesela Zehra ile yedi yıl görüşmedik biz. Doğru dürüst. Ama yedi yıl onlarla beraberdik.

Şimdi zengin insanlar var. Yardım eden insanlar var. Para veriyor ve kılık kıyafet alıyor, yardım ediyor fakirlere ama bir insana zamanını ayırmak çok daha değerli. Bir tane değil, iki tane değil birçok çocuğa zamanınızı ayırmak, sevginizden vermek bu çok ekstrem bir şey.

Çocuğa dokunman lazım, dokunmadan olmaz. Çünkü insan sadece karnını doyuran bir mahlûk, bir yaratık değil. Konuşan nefes alan bir başka insanın kokusundan etkilenen bir varlık. Ve çok değerli bir varlık. Bir kedi köpeğe yaklaştığın zaman senin enerjin geçer. Hayvan kuyruk sallamaya başlar. Yani anlarsın o benimle diyalog kuracak. Bir de dili olduğunu düşündüğün zaman bir evladın, o seninle bir şeyleri paylaşıyor. Sadece karnını doyurayım bir kap yemek vereyim ile olmaz. Mutlaka onunla yağmuru paylaşacaksın. Bakacak baba dediğinin, anne dediğinin de aynı yağmurun ıslattığını görecek. Kendisi gibi onun da üşüdüğünü ve terlediğini görecek. İşte o zaman eşit oluyorsun. Eşitlikten kavga çıkmaz. Paylaşmaktan kavga çıkmaz. Onun için benim sanat camiasından arkadaşlarım veya zenginler;“Turgay biz sana para verelim harca” der. “Hayır” diyorum. Biz kendimiz ayakta duruyoruz. Çünkü bizde hesaplar ortaktır. Giren çıkan bellidir. Çocuklara derim bu ay biraz sıkıntımız olacak. Tamam derler. Anlatabiliyor muyum? Çorba yerler. Bu ay iyiyiz; döner yerler. Çocukken ona alıştırıyorsun. On bir tanesi bitirdi. Yuva kurdu. Torunlar var. O çocuklar alttan gelenlere bakıyor. Büyük bir zincir olmaya başladı.

Peki,“bana bu kadar baktınız yeter ben kendim takılırım sizinle uğraşacak halim yok” deyip giderler diye bir korkunuz olmuyor mu?

Ama baştan biz onu söylüyoruz. Üniversite bitimine kadar beraberiz. İşinize geliyorsa. Gelmiyorsa güle güle. Yani onlardan hiçbir şey beklemiyorum. Geri dönen dönsün diyorum, dönmeyene güle güle. Bugüne kadar bir kişi haricinde dönmeyen olmadı. O bir kişi kendine yalan söylemiş. Dönmedi bu sefer diğer kardeşleri de onu yok saydı. Yani yaşamamış kabul ediyorlar.

Kendi öz evlatlarında bile anneyi babayı terk eden var. Anneyi babayı öldüren var. Anne babayı darp eden var. Cezaevleri dolu. Biz Zehra’yla bunun hiçbir zaman hesabını yapmadık. Hani yaşlanacağız bu çocuklar bize bakar falan öyle bir derdimiz yok. İşte ikimizde emekli olunca yatarız bir bakım evine, devlet bakar.

Peki, bir sürü hikâye biriktirdiniz. Bu hikâyeleri örnek olmak için dizi yapmak ya da romanlaştırma projeniz var mı? Senaryolaştırmayı düşünüyor musunuz?

Yok, hayır. Onlar sadece iyilikler.Kardeşim sana insanlar bir derdini anlatıyor, sen bunu ekonomik getiriye çevirdiğin zaman sahtekârlık gibi bir şey oluyor. Hayatımla ilgili bir kitap yazmak ve şimdi onu yazarken başkalarının hayatına da dokunuyorsun o zaman özerkliği bitiyor. Ama şöyle bir şey çıkartacağım şu beş yıl içinde, yüz on bine yakın mahkûm seyretti oyunu. Bir defterimiz var. Her oyunu seyreden mahkûm oraya oyunla ilgili yazılar yazdı. Şimdi onları kitap haline getireceğim. Gelirinin bir kısmını benim çocuklara, bir kısmını da Darüşşafaka’ya vereceğim. Dolayısıyla mahkûmun yazdığı bir şey çocuklara gıda olarak geri dönecek. Öyle bir kitap çıkartacağız. Ama öbür türlü tanıdığım yapımcılar var. “Hayatını çekelim” diyorlar. “Yok” diyorum.

Onun dışında mesela Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz da senaristler durumu çok güzel bir şekilde getirebiliyor hani örnek olması adına. Onlara da minnettarım çünkü netice olarak altı yıldır çocuklarımın gıdası onlardan geliyor yani bu birlikte olmaktan doğan bir şey. Ama hala bu ülkeye vermen gerekenler var. Yani ülkemi seviyorum.

Bir röportajınızda, dikkatimizi çeken bir konu vardı. O kadar işkence gördükten ya da dışlandıktan, hapis yattıktan sonra bu ülkeye hizmet ederim diyordunuz, bu nasıl bir duygu?

Şöyle bir şey söyleyeyim; bizim abi dediğimiz insanlar, idama giderken bile “devlet ve millete küsmeyin” diyerek gitti. Ve bunu diyen adam yirmi dört yaşındaydı. Sen şimdi yirmi dört yaşındaki bir adamla neyi ne kadar konuşabiliyorsun. Bu ülke bir süreç yaşadı. Sekseni yaşadı. Darbeleri yaşadı. Ezikliği yaşadı. Ben yaş olarak bütün darbeleri gördüm. 60 darbesini de gördüm. Ülkeyi sevmek, insanını sevmekten geçer. O benim takımımı tutmuyor ona düşman olayım diye bir felsefe yok. Alevi misin, Sünni misin, Kürt müsün, Laz mısın öyle bir felsefem yok. Yaradan seni ayırmamış. “Kulum” demiş, bitmiş. Yaradan’ın ayırmadığını sen nasıl ayırıyorsun. Hangi inançla ayırıyorsun.

Ben şanslı adamım. Acılarını gördüm, onlar yüzünden çocuğum olmayabilir. Benim polis çocuklarım da var ve polisin çocukları da var. Adam şehit olmuş kadının bakacak hali yok. Devlet bir yere kadar yetiyor. Şuradan buradan Instagram‘dan bana ulaşıyorlar. Bakıyorum benim çocuklarım orada okuyorsa, onun kızı da orada okuyorsa bütün çocuklarımı topluyorum. Birisi var ayda şu kadar yardım edelim mi deyip ortak bir karar alıyoruz. “Edelim baba. Yetişiriz baba.” İşte bir tanesi diyor “baba bana gönderme az gönder. Ben çalışıyorum.” diyor. Benim oğullarım kızlarım okurken de çalışır yani. Kimisi kuryecilik yapıyor kimisi tezgahta çalışıyor. Destek oluyorlar en azından kendi masraflarını, öz masraflarını hallediyorlar. Yani evlerde gıdaları halledemeseler bile ufak tefek şeylerini hallediyor. Mesela benim çocuklarımdan bir tanesi ortaokulda aldığım telefonla üniversiteyi bitirdi. Arıza yapıyordu;“kızım yeni telefon alalım” diyordum. “Hayır, baba ilk maaşımla alacağım”dedi ve öyle de yaptı.

O devlet inancını çok vurguluyorsunuz konuşmalarınızda…

Devlet olmasaydı; devlet tiyatrosu olmazdı, ben olmazdım. Ben çocuklarıma bakamazdım ve ben yatılı okuyamazdım. Bak cezaevi yatılı, askerlik yatılı, okullar yatılı, her şey yatılı. Senin ananın, babanın, dedenin gönderdiği vergiler benim kursağımdan geçti. Benim çocuklarımın kursağından geçti. Sen bu devlete bu millete nasıl düşman olabilirsin ki? Yani seviyorsan bütün milletinin mutluluğunu düşünüyorsan o zaman çözüm getir. Bu da yasayla olur.

Bana daha eski yıllarda “adaylığını koy herhangi bir partiden işte şu olsun bu olsun”diyorlardı. “Yok” diyordum. Çünkü o başka bir dünya. Şimdi işte gençler arıyorlar “diziye bizi soksana” diyorlar. Söz veremiyorum. Diyorum hatta “oğlum milletvekili gibi olmayayım. Her gün söz verip de yapmamak…” Onun için “aman” derim. Şimdi özgürüm yani kendimce ben çocuklarıma hesap veriyorum. Beni insanlar böyle abuk sabuk yerlerde göremez. Gazeteciler bile saygılı. Yanımda çocuklarımla görüyorlar; “Ne haber baba?” deyip geçiyorlar. Yani şunu yazamıyorlar: “Vay yanına bir çıtır almış da falan yerde oturuyor falan yazamıyorlar.”Yıllar önce biz bunu saklı yapıyorduk. Kendi aramızda kimseye duyurmadan yapıyorduk. Kızlarımdan bir tanesi geldi. Baba kafede otururken yandaki masadakiler senin muhabbetini yaptılar dedi. “Koskoca adam bak kızla oturuyor”falan filan diye laf ettiler. “Onun için açıklayacağım ben bu işi” dedi. Ve kızım bir tane televizyon kanalında açıkladı bunu ondan sonra millet öğrenmeye başladı. Hem iyi oldu hem kötü oldu. İşte basın bir ara peşimize düştü çocukların görüntülerinden dolayı. Sakladık. Çünkü gururları kırılıyor çocukların. “Biz böyle miyiz?”diyorlar. Mesela bazı programlara çıkıyorum çocuklarımı sorunca duygusallaşıyorum. “Çocuklar baba ağlama” yazıyor. Onların yaşadıklarını görünce duygulanmamak elde değil. Zehra bile bozuluyor ve fırçalıyor. Yine duygulandın diyor. “Çocuk konusuna girince ben zayıfım.” diyorum. Çünkü kendi özlemlerimizi onların yaşamalarını istiyoruz.

İdeolojik kutuplaşmayı engellemek konusunda ne söyleyebilirsiniz?

Senin düşüncelerin olabilir. Saygı duyacaksın. Bizim zamanımızdaki yapı başkaydı. Bunu her yerde de söylerim. Mesela yetmiş dörtte Kıbrıs Savaşı çıktığında cezaevinde sağ sol kalmadı herkes “Türkiye” demeye başladı. Mesele bu kadar basittir. Yani bu ülke duygusal bir toplumdur. Önemli olan bir araya getirmek ve aynı dili konuşabilmek.

“Bu Ülkeyi Ötekileştirmeden Sakinleştirmen Gerekiyor”

Ben hücrede kaldığım zaman bile bir umudum vardı. Kimseyi yakmadım yani muhbirlik yapmadım. Arkadaşımı satmadım. Gururumu incittirmedim. Dediler ki, “Şu suçtan girdin, şu suçu işledin mi?”“Yasalara göre işledim, evet” dedim. Adam zaten şaşırdı. Hâkimin karar verirken gözleri doldu. Çünkü yirmi altı kişilik bir dosyaydık biz, yirmi yedinci kişi hâkimin kendi oğluydu. Biz orada hâkime senin oğlun da bizdendi diyebilirdik. Demedik. Ve adam gözüme baka baka sordu “Yirmi yedi kişi misiniz yirmi altı mı?” dedi. “Yirmi altı” dedim. Adamın gözleri doldu. Yasalar seni mahkûm ediyordu. Bir de kendi vicdanın var. “Kime zarar verdim?” dedim ben. Kimseye zarar vermedim. Ne ülkeme ne ülkemin insanına ne emniyetine ne askerine kimseye zarar vermedim. Bizim dönemde yatanların çoğu öyle yattı. İdam edilenlerin çoğu öyle idam edildi. Askere, polise, devletin memuruna silah çekmeyen adamlar idam edildi. Çünkü böyle bir parçalanmayı isteyenler vardı. Ülkenin birbirine girmesini isteyenler vardı. Şimdi de onları yaşıyoruz. Daha büyük boyutlarda yaşıyoruz. Birbirimizi ötekileştirmek; kıyafetten başladılar inanca kadar geldiler. Düşünün 1967 yılında Kayseri-Sivas maçında 43 kişi öldü. Maçta iki taraf birbirine girdi, ezilerek 43 kişi öldü. Toplum olarak biz, gergin bir ülkenin insanlarıyız. Bu ülkeyi ötekileştirmeden sakinleştirmen gerekiyor. Özellikle inanç adamlarının, söylev adamlarının ortak düsturu bu olması lazım. Bu ülkenin buna ihtiyacı var. Hücrede biz buna çok dikkat ettik. Dedim;“kimseye zarar vermedim, namusumu kaybetmedim, onurumu kaybetmedim, ülke insanımı lekelemedim.”Fikir ayrılığı yaşadığım insanı bile satmadım.“Bilmem ne olayında var mıydı onlar” dediler. “Tanımıyorum” dedim. Beni dizimden vurmuşlardı, “Ateş edeni görmedin mi?” dediler. “Görmedim” dedim. Delikanlıyız ya biraz. O dönem alınan alınıyordu. Başkaları bizim söylevimizle gelmiyordu. Şimdi öyle değil. Adam eşiğini beşiğini bile söylüyor.

Bir de tabi ülkenin en büyük sorunu uyuşturucu. Özellikle bu bölgede onlarla da uğraşıyorum. Çocukları kurye olarak kullanıyorlar, o çok acı. En büyük yıkım o zaten bence. Gençlik çok daha fazla zarar görüyor. Bu bölge saat dört buçuğa kadar hayat olan bir bölge. Devlet tabi üstüne gidiyor ama yasalarda düzeltme gerekli.

Hazırlayan

Rengâhenk Röportaj Ekibi