Süleyman ÇOBANOĞLU: “Türkiye Edebiyatı değil Türk Edebiyatı”
Hazırlayan: Mesut AYTEKİN, Şeyma Nur GÜLTEKİN
Şair, yazar, senarist… Süleyman Çobanoğlu bütün bu sıfatlarda kendini kanıtlamayı başarmış bir isim. 1967 yılında Afyon’da doğan Çobanoğlu, ilk şiirlerini 1990 yılında yayımladı ve 1995 yılında çıkan Şiirler Çağla kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’ne layık görüldü. Şiirleri ve deneme kitaplarının yanında Çobanoğlu’nu geniş kitlelere tanıtan yönü ise senaristliği oldu. Sakarya Fırat, Kızılelma ve son yıllarda geniş yankı uyandıran Savaşçı dizileri en beğenilen işleri arasındadır. Biz de Süleyman Çobanoğlu’nu KOCAV Başarı Öyküleri’nde ağırladık ve zamanın su gibi aktığı bir muhabbete daldık.
Türk Şiirine Getirdiği “Büyük” Sıfatı
Elimizde çok fazla “büyük” bir şeyimiz kalmadı. Yani “Büyük Türk Mimarisi”nden, “Büyük Türk Müziği”nden ya da büyük “Türk Sineması”ndan maalesef bahsedemiyoruz. Ama şiir konusunda bundan söz etmeye devam etmek gerektiğini, bunda ısrarcı olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu işin birinci boyutu. İkinci boyutu da şu: Türk şiiri, bizi, bir millet, bir ulus olarak sağ salim bugünlere getiren en önemli faktör. Bu konuda hiç şüphe yok. Biz Anadolu’yu yurt tuttuğumuz zaman burada nasıl bir ruhu sürdüreceğimiz, nasıl bir millet olacağımız meselesinin sınırlarını Yunus Emre çizdi. Kurtuluş Savaşı’mızın en ateşli günlerinde Mehmet Akif Ersoy tarihî bir cevap verdi. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkün. Şiir deyince zaten kastettiğimiz şey manzume ya da teknik anlamda şiir değil. Şairane olan bütün çabaları da bunun içine katabiliriz. Mesela Ömer Seyfettin benim için bir şairdir. Düşünün ki biz Mondros’u, Sevr’i imzalarken, devletimiz paramparça edilirken, Ömer Seyfettin en hamasî öykülerini yazdı. Bu bilinçli bir çabaydı ve Türkiye’yi sağ salim bir ateş çemberinden çıkarma çabasıydı. Bu değişimin ikinci veçhesi. Öbür taraftan Türkçemizi bugüne getiren yine büyük Türk şiiri oldu. Burada tabii Frenkçileri ya da Ârabî, Farîsî hayranlarını ayrı tutarak söylüyorum. Karacaoğlan, Köroğlu, Kaygusuz Abdal, Teslim Abdal ilanihaye böyle sayabilirsiniz. Bunlar, bugüne bizim dilimizi sağ salim taşıyan büyük babalardır. Bugün de aynı şekilde şiir hepimiz için bir korunak, sığınak ve siper olma görevini devam ettiriyor. Bu bakımlardan ben “Büyük Türk Şiiri” olarak ifade etmeyi tercih ediyorum. Bir de tabii hepimizin göstermesi gereken bir saygıya da dikkat çekmek istiyorum. O saygıyı asla elden bırakmamamız lazım. Bu işlerle uğraşanlar bilirler. Bu işin dramatik bir tarafı vardır. Sizi biriyle tanıştırırlar: “Ahmet Bey, Ayşe Hanım, kendisi de şairdir.” derler. Diğerinin yüzünde bir gülümseme belirir. İçinden şunu söylediğini duyarsınız: “Yazık ya, çiçek böcek işleriyle uğraşıyor.” Bu, kuşkusuz medeni bir ülkede olmaz. Bizim gibi ülkelerde olur böyle şeyler. Bu konuda “büyük” diyerek itiraf edeyim ki biraz böbürleniyorum. Yani şiirin gerektirdiği saygıyı, şiire beklediğimiz saygıyı bu işle uğraşan ya da buna muhatap olan herkesten görmek istiyorum. Bu, “Büyük Türk Şiiri”dir, bunu öyle çiçek böcek işi falan diye bakamazsınız. Buna bakarken önünüzü ilikleyeceksiniz. Başka yolu yok. Çünkü ulusal marşımız bir şiirdir. İstiklal Marşı, marş sözleri olarak yazılmış değildir. Bir şiirdir ve hadi ileri giderek söyleyeyim, vahiy ile şiirin kesiştiği noktada durur. Bu ilahî bir armağandır. Bu bakımdan Büyük Türk Şiiri demeyi tercih ediyorum.
“Uygarlıkla Bir Yığın Olma Arasındayız”
Bu ülkede müzisyen olursan çalgıcı olursun. Şair olursan zaten seni sürekli günbatımına doğru sigara tüttürüyor gibi düşünürler. Senarist olursan “git senaryonu yaz”, yönetmen olursan “git film çevir” derler. Böyle zehirli bir atmosferimiz var. Dolayısıyla medeniyeti oluşturan bütün boyutları elimizden teker teker alıyorlar. Geriye tek bir insan tipi kalıyor: Fırsatçı, homoeconomicus ve tam anlamıyla kurnaz, hesabını bilen bir adam tipi kalıyor geriye. Bu çok tehlikeli bir şey. Sanatın bütün dallarıyla iştigal eden herkesin bu tehlikeyi görüp buna göre pozisyon alması şart. Bizler, sanatla uğraşan insanlarız. İyi kötü, şu ve bu biçimde sanat ürünleri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun gerektirdiği saygıyı önce bizim kendi kendimize göstermemiz ve sonra da muhatabımızdan beklememiz şarttır. Bu zehirli atmosferi başka türlü dağıtamayız.
Bu ağır havayı hepimiz teneffüs etmiyor muyuz? Mesela diyorsun ki, “Kardeşim bak her şeyin canına okuyorsunuz. İki karış yeşil alan kaldığında gidip oraya bina dikiyorsunuz.” Adam şunu çok rahat söyleyebiliyor sana: “Sen Türkiye’nin kalkınmasına, gelişmesine karşı mısın kardeşim?” Zaten konuşamıyoruz. Bütün atmosfer konuşamama üzerine kurulu. Bunun üstüne bir de bu boyutları kaybediyoruz. Biz zaten oldu bitti bu işe soğuk ve mesafeli bakan bir toplumduk. Ama bugün kantarın topuzu kaçtı. Türkiye’nin nereye gittiği, hangi yönü tuttuğu konusunda konuşan sadece iki kesim var: Politikacılar ve onlarla simbiyotik bir yaşam biçimi geliştirmiş gazeteciler. Üçüncü bir grup yok. Bu bence Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felakettir. Ben Türkiye’nin problemleri, duçar olduğu sorunlar ya da Türkiye’nin ağrısı sızısı söz konusu olduğunda bu iki kesim dışında insanları dinlemek istiyorum. Bizim düşünürlerimiz yok, olanlara da zaten deli muamelesi yapıyoruz. Şairlerimizin ne dediği önemsenmiyor, ressamımız yok, müzisyenimiz yok. Bu işlerle uğraşan insanlarımız var. Fakat bu işlerin toplumsal karşılığı yok. Ben elli yaşımı devirdim; ben kısa pantolonla gezerken Mehmet Barlas, Türkiye’nin geleceği konusunda konuşuyordu. Ben emekli oldum, Mehmet Barlas hâlâ konuşuyor ve başka bir ses duyulmuyor. Bir toplumun başına bundan daha büyük nasıl bir felaket gelebilir? I. Körfez Savaşı sırasında biz daha ne olup bittiğini anlamadan Fransa’da Jean Baudrillard çıktı ve bu savaşı pornografik olarak niteledi. Amerika’da Noam Chomsky çıktı ve konuştu. Birisi dil bilimci, birisi düşünür. Bugün Türkiye bir işgale uğrasa, savaşa girse ya da Türkiye’nin başına bir hal gelse kim çıkıp ne söyleyecek? Gazeteciler, politikacılar çıkacak ama onlardan geriye kalan herkes susacak. Bizim bu alanı açmamız şart. Başka türlü nefes alamayız. Meselenin bir boyutu da budur. Yani biz uygarlıkla bir yığın olma arasındaki o çizgide duruyoruz. Bu çizgi çok tehlikeli bir nokta, bir bıçak sırtı.
“Ulufeye Yazılan Şiir, Şiirden Beklediğin Etkiyi, Bereketi Vermez”
Sadece salt şiir değil. Bugün mesela bir Şevki Beyimiz, Selahattin Pınarımız ya da Avni Anılımız yok. Mesela Türk Halk Müziği devasa bir miras ama yeniden ne kadar üretebiliyoruz ne kadar sürdürebiliyoruz? Bunların tümü birbiriyle bağlantılı şeyler. Rollo May’in diyor ki: “Şairler, çayırlarda ya da tavan aralarında hoşa giden yaratıklar olabilirler ama montaj hattına sokulan bir çomaktırlar.” Bu uğraşların tümü yani müzik, şiir, resim, kısaca sanat tehlikeli görünür. Sanat öyle bir şey ki, biat etmez. Doğası icabı biat ettiği zaman sanat olmaktan çıkar. Onu sanat diye adlandıramayız. Kopuzdan bağlamaya geçişimizin tarihi herhalde 1000 yıldan daha fazladır; beğen ya da beğenme bağlama hiçbir zaman padişahı terennüm etmedi. Ettiremezsin. Çukurova’yı, Ağrı Dağı’nı, Süphan Dağı’nı, Evreşe yollarını eder ama padişahı terennüm etmez. Ederse o bağlama olmaz, müzik olmaz. Padişahı terennüm eden şiirin de kalıcılığı ve sahiciliği yoktur. Bakî’nin “Kanuni Mersiyesi”ni okuruz, teknik olarak güzeldir ama şiir midir? Bence değildir. Şiirden beklediğin o büyüklüğü, elektriği, enerjiyi ondan alamazsın. O başka bir formasyondur. Ulufeye yazılan şiir, şiirden beklediğin etkiyi, elektriği ve bereketi vermez.
Dadaloğlu yaşıyor bugün. Ferahî diye bir aşığımız vardır. Kelimenin tam anlamıyla Allah’ın bir garibidir. Çoğu halk ozanımız gibi açlıkla savaşıyor. Hatta bilenler bilir; “Ah Neyleyim Gönül” Ferahi’nin türküsüdür. En son rica minnet mahalle bekçiliğine kadro falan açılıyor. Mahalle bekçisi oluyor. Fakat orada da barınamıyor. Çünkü o beldedekiler kafayı takmışlar ona ve sürgün ediyorlar. Sürgünden sonra da çok geçmiyor başka bir vilayette genç yaşta Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Şimdi Ferahî’nin adını hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama Ferahi yaşamaya devam ediyor. Seyrani, Ruhsati yaşamaya devam ediyor. Ama Nefi, Taşlıcalı Yahya, Hayalî ya da Nedim’i hormonlu olarak, müfredat icabı yaşatıyoruz. Ama Ferahi yaşamaya devam edecek. Çünkü Ferahi’nin söylediği söz ciğerinden geldi. Bunun bedelini kanıyla canıyla ödedi.
Şairi başka türlü adlandıramadığımız için ikisine de şair diyoruz. Bu da müfredatın bir eseri. Müfredat diyor ki; “Halk verimiyle saray verimini ayıralım. Birine halk ozanı; diğerine de şair diyelim.” Bunun başka objektif bir nedeni yok. Dolayısıyla bu işe baş koyan, bu işi gözüne kestiren gençlerimizin de bunun bedelini bilmesi ve ona göre demir çarıklar giyerek bu yola çıkması şarttır. Hiçbir biçimde takdir edilmezsiniz, size madalya takılmaz, kitaplarınızı Elif Şafak kadar satamazsınız. Ama Türkçeyi omzunuza vurmuş olursunuz; Türkçe için, Türk sanatı için bir şey yapmış olursunuz. Bu da dünyada gelinebilecek en aziz mertebedir diye bakarım.
“Şiir Kayıtsız Kalmaz”
Japon şiir formu “haiku” vardır bilirsiniz, bizim maniler gibidir. Şiir ekonomisi bakımından en minimal diyebileceğimiz tarzdır. Evet, bütün “haiku”lar belli bir duygu durumuna yaslanır ama onlar arasında bile üslup, söyleyiş, ele aldığı konu itibarıyla farklar, nüanslar vardır. “Ben çok iyi aşk şiirleri yazayım ama bu arada vatan ne olursa olsun.” demek mümkün değildir. Mesela Karacaoğlan buna çok iyi bir örnek. “Değirmenden geldim beygirim yüklü” diye başlayan şiiri su katılmamış bir aşk şiiridir. Ama “Hazır ol vaktine Nemçe kralı” demeyi de bilir. Mesela Âşık Veysel de buna güzel bir örnektir. Âşık Veysel’in mesela fabrikaları öven şiiri bile vardır. En güzel aşk şiirlerinin, toprak şiirlerinin yanında fabrikalar ya da Atatürk ile ilgili şiiri bile vardır. Döneminin ruhuna, zamanına kayıtsız kalmaz. Şiir böyle bir şeydir zaten yani zarı incedir. Dışarıdan bir şeyler size sızar ve sizin cevap vermeniz beklenir. Mesela bir “Yemek Şiirleri Antolojisi”, “Yemek Destanları” olsa da okusak. Türkçe bu konuda çok zengindir. Orada Tarhana’dan kalkıp suşi’de ya da hamburgerde noktalanan yolculuğumuzu ayan beyan okuyabilirsiniz. Şiir kayıtsız kalmaz. Ama bütün bunlara rağmen bir Resmî Gazete de değildir. Her şeyden söz etmez. Aslında sorun neyi anlattığı, neye temas ettiğinden ziyade bunu nasıl yaptığı meselesidir. Bunu şiire yaraşır bir zarafetle mi yapıyorsunuz, yoksa elinize borazanı alıp mı yapıyorsunuz işte o, yolların çatallandığı noktadır.
“İki Uçlu Bir Şiire Mahkûm Olmuş Vaziyetteyiz”
Şair bir kere herkesten önce kendi şiirine, kendi diline büyük bir saygı göstermek zorunda. Bu bence hem toplumsal hem muhataplık boyutundan önce gelen bir şey. Türkiye maalesef 1980 kırılmasından sonra iki uçlu bir makasa mahkûm edildi: Eğer solcuysan yapay, toplumcu, “kavga” şiirleri yazmalısın; Müslümansan, muhafazakarsan, sağcıysan orada da sürekli Kudüs’e bakıp iç çekmelisin, Filistin’e çok üzülmelisin. Bunun dışında bir şiir alanı Türkiye’de kalmadı. Bu konudaki örnekler çok baskın ve fazla. Adeta bir üçüncü yok. Şiirin doğal kalp atışını unuttuk. O yüzden ben kırklı yaşlarımda bir sürü aşk şiiri yazdım. Yani bu biraz da bilinçli bir şeydi. Şiirin evvelemirde aşk duygusunu dile getirmesi beklenir. Biz bunu bile feda etmişiz. Şiirin ya yapay sınıf çatışmalarını bize hissettirmesini bekliyoruz ya da yapay duygulanımlarla sürekli bir hidayet, iman tazeleme ve hidayete erme şiirleri okumak ve yazmak durumunda kalıyoruz. Bunların ikisi de sakat ve batıldır. Şiirin doğal ritmini, doğal kalp atışını feda etmemek gerekir. Hepimiz dergileri, süreli yayınları, kitapları takip ediyoruz. Bilmiyorum bunun dışında üçüncü bir gür yol var mı önümüzde? Görmek isteyenlerden, sevenlerden özür dilerim ama ben artık Filistin, Kudüs şiiri görmek istemiyorum. Çünkü bu artık yapay bir ritüele, bir maç sloganına dönüşüyor. İçi boşaltılıyor. Aynı şekilde hala Türkiye’de feodal sistem, sınıflar, sendikalar varmış gibi yazılan şiirleri de görmek istemiyorum. Bunların ikisi de yapay ve kimyasal dolu şiirler. Ben öyle hissediyorum. Görebildiğim kadarıyla Türkiye’de şiirin tayfı, prizması böyle şekilleniyor maalesef. İki uçlu bir şiire mahkûm olmuş vaziyetteyiz. Bu edebiyatın diğer verimlerinde de büyük ölçüde böyle. Beni sürekli her öyküde, her romanda iman tazelemeye davet etme. Başka bir şey söyle. Çocuk 16 yaşında, kız 17 yaşında lisede okuyorlar. Birisi ötekine bakıyor, bakacak tamam, bakması lazım zaten. Akıllarına bir şiir gelmesi lazım. Biz bunu 300 sene önceki şairlere mahkûm ediyoruz. Bugünün şairlerinin, bugünün şiirinin bu çocuklara bir şey söylemesi lazım. Bu şiir denen şey biz severken işe yaramayacaksa ne zaman işe yarayacak Allah aşkına? Mesela bir Ümit Yaşar Oğuzcan’ı bu bakımdan çok aziz, saygıdeğer bulurum. Şiirinin karartı niteliği ayrı konu. Bir Turhan Oğuzbaş mesela büyük ölçüde bilinmez ama ben girdiği çabayı aziz bulurum. Şimdi bizim varoluşumuzla, aşkımızla, ölümümüzle ilgili yok. Fonksiyonel olanlar var; tıpkı İsviçre çakısı gibi bir şiirimiz var.
Hecenin Vezninin Bitmediğini Göstermiş Olduk
Ben biçimsel kaygıları olan klasik biçime şiirde daha iyi yazdığımı düşünüyorum. 1990’larda filan hece ile şiir yazanlara uzaydan gelmiş gibi bakılırdı. Belki hala bir kısmı öyle bakıyordur. Fakat aruzun büyük baskısından -aşağı yukarı 1000 yıl sürmüş bir baskı- kurtulmuşsun, bir kültür hamlesi olmuş, hece veznini milli veznin olarak keşfetmişsin. Cahit Sıtkı 35 Yaş’ı, Dıranas Kar’ı, Necip Fazıl Örümcek Ağı’nı yazmış. Sonra birden kırk küsur sene sonra hecenin miadını doldurduğuna karar veriyorsun, onu mühürlüyorsun, çekmeceye koyup rafa kaldırıyorsun. O dönemde özellikle hecenin imkânlarının tüketildiğine dair kesin bir ön yargı vardı. Bu o kadar kesindi ki benim kuşağımdan hiçbir şair aklından bile geçirmezdi bunu. Yazarsa da bir tür fantezi olarak yazardı. İşin bu tarafı o meydan tarafını da kamçılıyor insanın. Yani niye böyle bir şey var? Neden benim ulusal veznim konusunda böyle bir yargıya varıyoruz? Niye bitirmiş olayım ki ben bunu? Bu iki boyutla ben ilk şiirlerimi yayınladım ve çok şükür ki az ya da çok bir yol açıldı. Gençlerin önemli bir kısmı bu vezinde, bu biçimde şiirler yazıyorlar ve bir hareket var. En azından bitmediğini bir ölçüde göstermiş olduk.
“Tamgalar, Tanrıyı Savunan Ama Tanrıyla Aldatılmaya Karşı Çıkan Bir Kitap”
Şiirler Çağla bir yerde, Hüdayinabit bir yerde duruyor. Ama Tamgalar başka bir yerde. Şiirler Çağla’nın yayımlandığı yıl 1995. 1995’te Türkiye’deki hava şuydu: Bir laiklik vurgusu ve sağanağında, çarpık bir Batılılaşma atmosferi altında bir şeyler söylüyorduk. Şiirler Çağla’nın bütününde olan şey aslında şuydu: Kadim insan tipimizi, kendi kimliğimizi, o günün kontrastı olarak korumak meselesiydi. Orada mesela Eski şiirine bakarsanız tavan arasında unutulmuş hatlar, yeşil ciltli kitaplar var. Onu muhafaza etmeye çalışan bir şiirdi o. Hüdayinabit, biraz daha orta dönem, 2009’da çıktı. İnsanları klasik olana çağıran bir kitaptı. Onun hacmi bile öyledir. İnsanlar kütüphanelerinden çektiklerinde biraz ağır olsun istedim. Bunu bile gözettim. Ama Tamgalar başka bir yerde duruyor. Onda bir kontrast var. Ama Tamgalar artık değişen bir devrin kitabı. Türkiye’nin Araplaştırılmasına karşı çıkan bir kitap. Tamgalar, Tanrıyı savunan ama Tanrıyla aldatılmaya karşı çıkan bir kitap. Tamgalar, inancın içinin boşaltılmasına karşı çıkan bir kitap. Türk olmanın ne demek olduğunu anımsamaya bizleri çağıran bir kitap. Bunun içindeki çağrılara ve mesajlara açık, kapalı olursunuz, katılırsınız, katılmazsınız size kalmış. Ama bu kendi tarihimin, kendi zamanımın bana sorduğu soruya verdiğim cevaptır. Üçü farklı dönemlere denk geliyor. Üçü farklı atmosferlere bir cevap teşkil ediyor. Ama bunlar içinde Tamgalar herhalde en radikal olandır.
Tamgalar’ın en başındaki epigraf Yunus Emre’nin. “Kendü yolın aramayan âdem değül er olmadı” diyor. Bırak âdem olmayı er bile değil yani. Kendi yolunu arayacaksın. Kendi yolunu aramayı ben “kendin olmak” olarak okuyorum. Türk kültür tarihinin dokunulmamış, kapağı açılmamış bir hazine olarak durduğunu düşünüyorum ve biliyorum. Biz hiçbir kavramımızı, motifimizi, destanımızı, öykümüzü, hikâyemizi yani mirasımızı oluşturan hiçbir kalemi yeniden üretmeye yanaşmıyoruz. Bunu yaparsak ya hamasi biçimde yapıyoruz yani ata binip, kılıcı çekip koşuyoruz ya da akademik biçimde yapmaya çalışıyoruz. Oysa bunu sanat olarak yeniden üretirsen bir değeri olur. Yani Eliot’un “Çorak Ülke”sini açarsan orada Kral Arthur da kutsal kâse de büyücü Merlin de çıkar karşına. Bu kodlar yeniden üretilir. Bu müzikte de böyledir. Wagner’in, Dvorák’ın bestelerine bakın. Helenistik kahramanlara da mitolojik döneme de Grek tanrılarına da değinirler. Şimdi bunları yeniden üretirsen kendin olmaya, ulus olmaya devam ediyorsun. Biz mesela geyik ve at motifini yenden üretemiyoruz. Müziğin, şiirin ve sanatın uğraş alanının temelinde bunun da olması gerekiyor. Mesela Ergenekon Destanı’nı hep okuyageldiğimiz gibi mi okusak acaba? Buna kafa yoruyor muyuz? Medeniyet yeniden üretildiği zaman bir kök sahibi olabiliyor. Bu bakımdan Tamgalar bir denemedir.
“İnsana Sevmesini Öğreten Şey Sanattır”
Bunları yeniden nasıl üretebiliriz? Mesela “vatan” kelimesinin artık eskidiğini, pörsüdüğünü hepimiz hissetmiyor muyuz? İçi boşalmış, bitmiş. Vatan deyince artık bir şey demiş olmuyoruz. O kadar hoyratça kullanıyoruz bu kavramı, o kadar politik, gündelik siyasetin uşağı olarak kullanıyoruz ki! Vatan deyince artık Yahya Kemal ya da Namık Kemal’in kastettiği o aziz, mübarek kavramı kullanmış olmuyoruz. Bugün vatan deyince sen, ben ve bizim olanı kastetmiş oluyoruz. Tıpkı “beka” deyince koalisyon hazretlerini kastettiğimiz gibi. Bu kavramları yeniden üretip yeniden içini doldurmamız gerekiyor. Yahya Kemal Edebiyata Dair’inde diyor ki: “Biz evet vatanı severdik ama sevdiğimiz şeyin vatan olduğunu Namık Kemal gelene kadar bilmezdik.” Demek ki Namık Kemal orada şunu diyor: “Sen bak şurayı sevmelisin ve bunun adına ‘vatan’ denir.” Sanatın, giderek bilimin bu işe yaraması gerekir. Bugünün kuşakları Kıbrıs’ı nasıl sevmesi gerektiğini bilmiyor. Hoş, bir kısmı da Karadeniz’de olduğunu düşünüyor Kıbrıs’ın. Taşkent, Buhara, Özbekistan, Kırgızistan ya da Doğu Türkistan ile ilgili ne söylememiz gerektiğini bilmiyoruz. Çünkü sadece elimizde politik veriler var, başka hiçbir şey yok. Filmimiz, şiirimiz, romanımız yok. Şüphesiz var ama yetersiz, baskın değil. Kültürel anlamda dominant değil. İnsana sevmesini öğreten şey sanattır. Sanatı olmayan insan sevemez, sevmesini bilmez. Bizim üstümüze düşen, her şeyden önce insanların eline sevmek, sevmemek ve buğuz etmek ile ilgili anahtarlar vermek. Biz tapmayı, inanmayı bile estetize ederek yaptığımız için bugüne kadar yaşamış bir ulusuz. Tapmayı, inanmayı bile estesize ettiğimiz için, kabile gibi yapmadığımız için, onu billurlaştırdığımız için bugünlere kadar gelebildik. Bundan sonra gider miyiz? Orası biraz zor tabi. Çünkü şimdi prospektüs olarak inanıyoruz. Elimizde bazı maddeler var, onlara göre inanıyoruz. Bazı ritüeller var, bazı lafları söylüyoruz. Ama bu bizi hızla ademe mahkûm ediyor, bizi hızla törpülüyor, yok ediyor. Yunus’un, Geyikli Baba’nın, Hacı Bektaş Veli’nin, bütün o büyük adamların, büyük kadınların yaptığı şeyleri biz elimizin tersiyle itip başka bir yola giriyoruz. Asıl büyük felaket bizi yolda bekliyor, Allah korusun.
Şiir Dilini Arayana Ulaşır
Şiir uğraşı durmaksızın dilini arayana ulaşır. Dilini ararsan da zaten çıkacağın adres belli. Dilini arıyorsan mesela Ali Şir Nevayi’ye uğramadan bulamazsın. Bulsan da eksik kalır. Arayacağın adres de muayyen bir şey değil. Onu biraz şairlik içgüdünle aramalısın. Yol kendini getirmeli. Özellikle dönüm noktası olmuş adamlar var. Mesela Ali Şir Nevai’nin çıkışı çok enteresan ve hepimizin gerçekten oturup düşünmesi gereken bir çıkış. Türkçeyi çok büyük bir badireden sağ salim çıkarmış bir köprü teşkil etmiş bir adam. Aslında bilinçli olarak Türkçe tutumunu sürdüren herkese çok dikkatli bakmak ve hatta müfredatta ağırlıklı olarak bunlara yer vermek lazım.
Mesela Gülşehri çok önemli bir adam. “Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem/Pârisîcesiyile değşürmeyem” diyor. Şimdi bu çok mübarek bir şey. Bugün bizim bütün kavgamızın esası “Ben bu Türkî defterini dürmeyem” yani. Bunlar Türkçenin çok sıkıştığı, baskı altında alındığı noktalarda devreye girmiş ve bilinçli bir tutumla Türkçeyi o köprüden aşırmış adamlar. Müfredatta “Türkçe Savaşçıları” diye bir ders olmalı bence. Bunu mutlaka çocuklarımıza, yeni nesillere vermek gerekiyor.
Şair mi Ozan mı?
Benim kişisel görüşüm artık şair değil ozan demek gerektiği yönünde. Yani burada bir Agop Dilâçar’lık yapmıyorum tabii ki. Şair kelimesi şuur ile akraba bir kelime. Şüphesiz çok derin, yani bilinçle akraba bir kelime. Ozan ise Türkçe. Ozanın kökü “uzan”dır. Uz’dan gelir. Uz-an’dır. Yani kelimenin semantiği “uz-an”. Uz görüyle, uzağı görmekle ilgili bir şey. Yani Irkıl Ata’dan beri Dede Korkut dahil, “Ata yağı tetik, ozan dili çevik olur.” Bunların hepsinin bir üst miğferi gibi düşünün. Yani ozan kelimesi hepsini karşılayan bir kelime. Divanı Lügati’t Türk’te de Dede Korkut’ta da var. Ozan bu bakımdan çok önemli. Ozanı karşılayacak “yırçı”, başka bir şey söylüyor. Yırçı, ritüel ile ilgili bir kavram. Bir ritüel oluyor ve orada şiir söyleyen, çalıp söyleyene yırçı diyoruz. Ama ozan başka bir şey. Dolayısıyla benim görüşüm ozanın bütün bunları kapsadığı yönünde.
Türkçeyi Savunma Hassasiyeti Göstermeliyiz
Türkçenin üstünde çok titizlenmek lazım. Bırakın tanrı diyelim, sevi diyelim, ıssı diyelim. Bu arkeolojiyi, geriye doğru olan araştırmayı, bu çabayı hiç bitirmemek lazım. Bence bu insanın kendisine duyduğu saygı ile ilgili bir şey. Ben, başkasının sözcüklerini kullanmak istemiyorum. Şüphesiz kullanıyoruz. “Hüzün” kelimesinden vazgeçebilir miyiz? Hiç kolay değil. Kalkıp da yırçı, yır demiyoruz. Ama mesela “alâka” kelimesinden nefret ederim. Alâka yerine güzelim bir “ilgi” var değil mi? İlgi de. Alâka derken o dilin dönüşü Türk dönüşü değil. O “a”nın üstündeki şapka senin dilinin doğal dönüşü değil.
Biz zaten yaptığımızın Türk Edebiyatı olduğunu ıkına sıkıla saklayarak yapıyoruz. Kabahat bizde. Şairler Türkçeyi savunma hassasiyeti gösterseler bunlar başımıza gelmeyecek. Ama şairler büyük ölçüde doğrudan o koroya katılıyorlar. Tenzih ederek söylüyorum. Bu dünyanın en acayip şeylerinden birisi. Bir sömürge durumu var. Suriye Edebiyatı diye bir laf duydun mu mesela? Birleşik Arap Emirlikleri Edebiyatı diye bir şey var mı? Jammo-Keşmir Bölgesi Edebiyatı var mı? Yok, yani böyle bir şey olmaz. Hint Edebiyatı, Arap Edebiyatı, Fransız Edebiyatı, Alman Edebiyatı; geliyoruz “Türkiye Edebiyatı”. Çünkü sen, en kıymetli hazineni yağmaya açık bir şekilde masanın üzerine sermiş ve uykuya dalmışsın kardeşim. Zaten canına okumuşlar. Senin dilinin, kültürünün altından girip üstünden çıkmışlar. Şimdi en son safhaya geldiler. En son aşama: Adlandırma aşaması. Nasıl adlandırılırsan öyle olursun. Adını başkası koyuyorsa sen, osundur. Kölelerin adını başkası koyar. O yüzden ilk dönem sömürgeciliğindeki o zavallı siyahi kölelerin isimleri tesadüf değildir. Bugün Türkiye Edebiyatı diye bunun adını koyuyorlar, temel taşlarını döşüyorlar. Çünkü istiyorlar ki burada Türkçenin borusu ötmesin. Bu Frenkçilerde de Farisicilerde de Arapçılarda da bu vardır. Türkçe olmasın, Türk olmasın da ne olursa olsun. Belirsiz bir hamule, bir karmaşık madde yığını isterler. Bu aşağılık tuzakla karşı karşıyayız. Çıkardığınız verimler de buna çanak tutuyor. Sonuçta böyle bir noktada bulunuyoruz. İşte baştan beri söylediğimiz, Türkçenin namusu, Türkçeye saygı, Türkçeyi sahiplenme meselesi bu. Bu hakikaten kendimize duyduğumuz saygı ile ilgili bir şey. Gelir seni adlandırır, sana bir isim koyar ve itaat etmeni bekler. Kendi dilini konuşmayan hiç kimse, saygı görmeye layık değildir. Manş Tüneli açıldı 1990 küsurda. Mühendislik işleri bitti, yol, tünel hazır yani. Fakat faaliyete geçiremediler. Sebebi şuydu: Tabelalarda İngilizce mi, Fransızca mı üstte olacak? Bunun kavgasını verdiler. Medeniyetler bunun kavgasını verirler. Biz halâ merkez bankasına karşı faiz oranlarının kavgasını veriyoruz. Aziz ve mübarek müteahhitlerimizin kavgasını veriyoruz. Kavgasını vermemiz gereken şeyler bunlar. Şiir, resim, müzik, öykü; bunlar seni maymundan, primattan ayıran şey. Sadece Allah sonumuzu hayır etsin diyebiliyorum, başka bir şey diyemiyorum. Sadece politikacıların ve gazetecilerinin borazanının duyulduğu bir ülkeden kimseye hayır gelmez. Bir uyku uyuyoruz ve bu uyku zehirli. Türkiye, ölüm uykusunda. Bu ülke yoksulluğun en çeşitli varyasyonlarını tanıdı, en zehirli savaşlarla muhatap oldu, defalarca yıkıldı; yeniden yapıldı. Ama insan tipimiz hiç bu kadar aşınmamıştı.
İşin Popüler Tarafında da Üretimde Bulunmamız Lazım
Şairler de takdir edersiniz ki bir iş yaparlar ve ev geçindirirler, yiyecek ve barınma gibi ihtiyaçlarını karşılarlar. Senaryo yazmam konusunda çok taarruza muhatap oldum. Bunu rahmetli Atila İlhan, Tarık Buğra da yaptı. Kaldı ki kimse yapmamış olsaydı ben yapardım yine. Çünkü senaryo ya da film meselesinin iki yönlü iyi tarafı var. Birincisi, tutarlı bir biçimde bir söz edebiliyorsunuz. İkincisi de şairlikle ya da yazarlıkla daha akraba bir tarafı var. Burada bu işi yaparken bu çoluk çocuğa başka bir şey söyleyebilir miyiz acaba diye düşündük ve bunu denedik arkadaşlarla. Büyük ölçüde de başardık.
Biz Savaşçı’dan önce de Sakarya Fırat yapmıştık. Bir gün bir ilkokulda çocukların teneffüslerde Osman Kanat’çılık oynadığını duyduk. Hayatta aldığım en güzel haberlerden biriydi. O çocukların Osman Kanat’çılık, Kaan Bozok’çuluk oynamasını istiyorum. Rol-model lazım. Geçenlerde birisi “Ya biz ömrümüz boyunca milliyetçi, ülkücü falan diye geçindik. Sen iki senede diziyle hepimizi Turancı ettin.” dedi. Bir Turan timimiz var mesela dizide. Yani işin popüler tarafında da üretimde bulunmamız, iyi şeyler yapmamız gerekiyor.
Şiirlerimizi Çevirmeden Önce Biz Benimsemeliyiz
Türkçe eserlerin yabancı dillere çevrilmesi şüphesiz çok gerekli bir şey. Ama benim anlayabildiğim kadarıyla geçirgenlik alanı da işte “Türkiye Edebiyatı” diyen adamların tekelinde şu anda. Böyle bir ulusal çabadan, hakikaten Türkçeyi önceleyen çabadan büyük ölçüde söz edemeyiz diye görüyorum. Tabi şöyle bir şey var: Burada biz şair, yazar ihraç edelim diye başlarsak zaten mesafe almamız mümkün değil. Önce bizim çevireceğimiz, o tarafa arz edeceğimiz adamların bizim nezdimizde bir yere gelmiş olması lazım. Mesela Asaf Halet Çelebi’yi, Dıranas’ı, Cahit Sıtkı’yı çevirmeliyiz. Önce bizim o adamları hakikaten çevrilebilecek çapta algılamamız ve o pozisyona kondurmamız lazım. Ondan sonraki teknik bir boyuttur. Önce bizim onları “Bunlar bizim klasiklerimizdir.” diye algılamamız ve bunun gereğini yapmamız lazım. Ancak o zaman dışarıdaki muhatabımız da onun öyle olduğunu düşünecektir.
“Haykırma yoksa o şiir değildir” diyemeyiz. Tıpkı tersini söyleyemeyeceğimiz gibi. “Şiir senden efendi bir konuşma tarzı bekler.” de diyemeyiz. Karacaoğlan, “Hazır ol vaktine Nemçe kralı” da dedi, “İnce ince bir kar yağar tozar elif elif diye” de dedi. Bu bir şairin kendi içindeki çeşitliliği bakımından böyle olduğu gibi, şairler arasındaki dil bakımından da böyledir. Bunlar mutlaka olmalı ya da mutlaka olmamalı diyebileceğimiz şeyler değil. O, üstüne ne kadar yakıştığı ile ilgili bir mesele.
Şiir Biter Türkçe Biter
Her kuşak dünyayı değiştirme görevinin kendisine verildiğini zanneder ve her kuşak da galiba şiirin tükendiğini, bittiğini düşünür. Biz bunun böyle olmamasını dileyelim. Zaten biterse kapatıp gidelim. Şiirin bitmesi çünkü Türkçenin bitmesi demektir. Ben o kadar vahim bir yargıya varmıyorum. Ama bir darboğazda olduğu kesindir, ona katılırım. Tamamen bitmiş diyemeyiz. Ama Türk şiiri devam ediyor. Bu açmazlardan da kurtulacaktır diye ümit ediyorum.
Şiir Seni Çağırır
“Yani ben kırk yaşına geldim, biraz oturayım aşk şiiri yazayım.” demedim. Ama biraz iradi bir tarafı da var. Bir kere şiir seni belli bir şeyi yazmaya seni çağırır. Mesela benim “Amasyalı Uzman Çavuşun Semiz Eşkıyaya Şöyle Bir Baktığıdır” diye bir şiirim var. Şimdi o şiire ben çağrılmışım. Yani ben o şiiri yazmasaydım, yapamazdım. Mutlaka yazmam gerekirdi. Aşk şiiri, kavga şiiri ya da nefret şiiri ne diyorsan de o da seni çağırır. Öyle bir atmosfere düşersin ki hiç aşk yoktur ve şair olarak o kavram, o mefhum seni çağırır. Aşk böyle bir şeydir. Ama o çağrılmadan sonraki taraf işin artık tanrısal tarafıdır, ilham tarafıdır.
Şiirler Çağla’da ismi Türkçe olan bir şiirim var. Bir İngilizce kursu ilanı gördüm Kadıköy’de. Beynimden vurulmuşa döndüm, yani iğrenç bir şeydi ve o şiir yazılmak üzere beni çağırdı. Ama mesela Tamgalar’da daha fazla bu vurgu. Çünkü daha fazla çağırılıyorum. Çünkü Türkçe konusunda giderek bir çölde ilerliyoruz. Bu seni daha fazla çağırıyor. İştigal etmen gereken şiir alanı olarak seni davet ediyor. Ama ondan sonraki imgelem, yoğunlaşma, yazma süreci biraz esinle ilgili bir mesele. İkisinin kesiştiği noktadan aslında şiir çıkıyor.
Hiçbir biçimde bendeniz, acizane gibi şeyler demeyin. “Ben şiir yazıyorum.” deyin. Zaten tarih senin hakkında hükmünü verir. Bir Molla Kasım gelir ya da bir Yahya Kemal gelir; ömrünün kalanını şemsiye tamir ederek mi yoksa şiir yazarak mı geçireceğini zaten tarih hükmünü verir. Ama sadece şiir değil, hangi yola çıkıyorsan çık, “ben bunu yapacağım, benim niyetim bu” deyin. Bu çelebi kültürü. Bizim o kaftanı bir çıkarmamız lazım.
NOT: Bu yazı KOCAV Başarı Öyküleri’ne 25 Ocak 2020 tarihinde konuk olan Süleyman Çobanoğlu’nun konuşmasından derlenmiştir. Deşifre Beyzanur Kandemir tarafından yapılmıştır.