“Bütün Doğu sanatı bir hakikate işaret etmektedir. Bu hakikat de toplumları, estetik olarak, yaşam olarak, ahlak olarak, medeniyet olarak en güzele götürmeyi amaç edinmiştir.”
İnsanoğlunu etkileyen en önemli kitle iletişim araçlarından birisidir televizyon. 1930’lı yılların başında başlayan ilk yayınlar, bugün milyonlarca program içeren binlerce kanala dönüşmüştür. Televizyondan önce ise insanoğlunu etkileyen kitle iletişim aracı sinema olmuştur. Lumiere Kardeşler’in 1895 yılında Paris’teki halka açık ilk gösterimi ile serüvenine başlayan sinema, görsel gücü, kendine özgü dili ile gerçeklerin ve hayallerin etkileyici bir şekilde anlatıldığı sanat formu olarak her dönemde büyük ilgi görmüştür. Bu sayımızda Rengâhenk olarak Türk televizyon ve sinema dünyasının tecrübeli isimlerinden, yapımcı ve yönetmen Nazif Tunç ile dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik. Özellikle son filmi Karınca’yı masaya yatırdığımız röportajımızda, Tunç, Türk Sineması hakkında da önemli açıklamalarda bulundu. Tunç, Türk milletinin tarihsel gelişimine, ulusal kültürüne, inanç, irfan geleneğine ve medeniyet tasavvuruna dayanan konularda güncel ve tarihi senaryoları sinemaya aktarmaktadır. Şimdi sözü usta yönetmene bırakıyoruz…
“Bir Sürü Ustam Oldu”
Taşrada çocukluğumuzdan beri, her memleket çocuğunun hasretliğini duyduğu bir sinema sevdamız vardı. Biraz edebiyatla da olan ilişkimden dolayı sinema bu kökten beslenerek biraz daha öne çıkmıştı. İstanbul’a geldiğimde sinema çevresine girmek ile ilgili çeşitli hamlelerim oldu. Yeşilçam’ın Müslümanlara ördüğü yüksek duvarları aşamadım. Başaramadım. Başka bir yöntem denedim. Yeşilçam’a girmenin bir yolunu buldum.Tercüman ve Türkiye gazetelerinde film eleştirileri yazmaya başladım. Yönetmenlerle, senaristlerle, oyuncularla röportaj yapma bahanesiyle onların setlerine sızıyordum. Gazeteci olduğum için elimi kolumu sallaya sallaya film çektikleri mekânlara girebiliyordum. Kelimenin tam anlamıyla sızdım Yeşilçam’a. Şerif Gören’in, Zeki Ökten’in, Atıf Yılmaz’ın, Yücel Çakmaklı’nın sonra Salih Diriklik’in yani kimin o günlerde sinema seti varsa telefon açıyorum; şu gazeteden arıyorum bir röportaj yapmak istiyorum ve setinizi takip etmek istiyorum diye. “Hay hay” diyorlar ikramlı-izzetli bir konuk severlik içerisinde setlerine davet ediyorlardı. Yönetmenin oturduğu yerden onun anlattıklarını, onun görüntü yönetmenine, oyuncusuna, sanat yönetmenine anlattıklarını kelime kelime duyarak seti takip ediyordum. Benim maksadım yönetmenlerin film çekme yöntemleri ile ilgili keşiflerdi. Birçok yönetmenin film çekme yöntemine, iş tutuşuna, duyguyu ve sahneyi yansıtışına şahit oldum. 1989 senesinde kısa filmler çektim ve 1991 senesinde de Yücel Abinin yönettiği “Kurdoğlu Osmanlı Bedel İster” filminin yapımcılığını ve senaristliğini yaparak sinemaya geçtim. Ben okullu sayılmaktan çok alaylı sayılırım ama alaylılıkta da bir ustam var diyemem. Benim bir sürü ustam oldu.
“Ünlü Sinemacılarımızdan Dersler Aldık”
Üniversite eğitimi aldığım İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Meslek Yüksek Okulu tam bir sinema okulu değildi ama sinema dersleri vardı. Metin Erksan, Alim Şerif Onaran, Erman Şener gelirlerdi. Alim Şerif Onaran, Lütfü Akad Sineması’nı; Erman Şener film yapım yöntemlerini anlatırdı. Metin Erksan’ın lisansüstünde derslerini gördük. Erksan, tam bir allâme idi. Sadece sinemadan, filmlerden değil, edebiyat, tarih, sosyoloji, felsefe, sanat tarihi anlatırdı. Çok alim, çok bilgili idi. İnsan eşya ilişkisine derinlemesine yaklaşırdı. Tabi bütün bunların dışında film yapmayı film üretmeyi zorunlu kılan bir eğitim olmadığı için ben kaderle sinemacı oldum daha çok.
“Televizyon Bir Vesayet Bir Güdümlü Anlatımdır”
Televizyona üretilen işlerden televizyon dramalarını anıyoruz. Kalanı bizi ilgilendirmez. TV dramalarının daha değerli kılınmaya başladığı bir dönemdeyiz. Televizyon daha çok pratiklikle yürüyen bir iş. Televizyon, yönetmenin çerçevesini, duygularını ve anlatımını seyircinin beklentisine göre yönlendirmesinden kaynaklanan bir vesayet, bir güdümlü anlatımdır. Ismarlamadır. Biraz tribünlere oynamaktır. Ankesörlü telefonda olduğu gibi jetonu attıktan sonra konuşmaya başlamaktır yani sipariştir. Bu yüzden yönetmenin tam özgün ve özgür anlatımını, kişiliğini, yeteneğini hissettirmez. Sinemada durum bunun tersidir. Sinema tek kamerayla tek bir çerçeveden bakan yönetmenin sanatıdır. Sinemada kameranın yeri ahlak sorunudur. Tek yere konur kamera ve yönetmen o bakışı ile bir ahlakı yansıtır.
Eskiden tek kamera ile çekerdik. Yani yönetmen demek; iktidar demek, tek kamera demektir. İstediğin yere koy, değiştir. Kieslowski bunu yaptığı için Dekaloglar bugün bir sanat eseridir, çok özgürdür. Bizde de özgür bir takım sinemacılar televizyona yönetmenlik yaptılar. Mesela Metin Erksan Beş Hikaye’yi, Lütfü Akad Ömer Seyfettin Hikayelerini, Halit Refiğ Aşk-ı Memnu ile Yorgun Savaşçı’yı yaptı. Yücel Çakmaklı Bir Adam Yaratmak’ı, Çözülme’yi, Oynaş’ı, Osmancık’ı yaptı. Bugün dört kamera ile çekiyorlar.Aslında resim seçicilik yapıyorlar. Yönetmen dediğimiz hadise tek gözdür yani baktığın yerdir. Yönetmenin kamerayı koyduğu yer ahlak sorunudur. Kaydırma hareketini yaptırmak bile düşünülmesi gereken bir ciddi meseledir. İşte bütün bunlar, bugün yönetmeni, televizyon dramasını hafifleten şeyler. Tek kamerayla çekilen filmde yönetmenin karakterlerini, öyküyü ve mekânı var etme çabasını saygı duyuyoruz. Anlamaya çalışıyoruz.
Karınca‘nın Çıkış Noktası Kur’an
Yaptığım TV filmlerinde Kur’an-ı Kerim’e, Allah’ın Yüce Kitabına ve Sünnet’e, Hadis’e, vahye yaslanmayı seven bir yönetmenim. Çünkü insanın mecburiyetlerinin yaşadıkça bitmeyeceğini ve Kur’an’daki ifadelerden, temsillerden, kıssalardan hep sonsuza kadar yararlanacağını düşünürüm.
Karınca (Neml) suresinden bir ilhamla bir film yapma düşüncesi bende çok eskilerden vardı. Karınca’nın ilk öyküsünü 2015’te yazdım.Yeni yazımlarla bir sürü dönüşüme uğradı. Senaryoyu başrol oyuncusu Halit Karaata ile birlikte çekime hazırladık. İki yıl bekledi senaryo. En sonunda da Şems karakterinin ete kemiğe büründüğü bir derviş meşrep, hakikat ehli, Anadolu salih Müslümanı temsili, ortaya çıktı. Tevhit inancından beslenen, Allah’tan başka hiçbir gücün, hiçbir kuvvetin, hiçbir iktidarın, hiçbir şebekenin, hiçbir örgütün, hiçbir emperyalist kuvvetin önünde diz çökmeyen, boyunduruğa gelmeyen bir Anadolu Müslümanı. Bu karakter temsili çok uzun zamandır sinemamızda yok maalesef. Anadolu insanının filmlerimizde yeniden var edilmesinin mücadelesidir bir bakıma Karınca’nın Şems Hocası…
Karınca, 2017 senesinde Kültür Bakanlığı yapım desteği aldı. Sonradan TRT’de ortak yapımcı oldu. Bu destekler, film yapmakla ilgili mücadelemizi, çabamızı maddî olarak kolaylaştırdı ve böylece çift kanatla uçan, yürüyen bir film oldu Karınca. Filmimiz tıpkı karınca gibi sabırlı, yılmaz, kararlı bir yürüyüş gerçekleştirdi.
2018 senesinin Ekim, Kasım, Aralık aylarında çekimleri yaptık. Bir yıla yakın post prodüksiyon sürecinden sonra 2019’un Kasım ayında dünya festivallerine gitti. Boğaziçi Film Festivali’nde ulusal yarışma bölümüne seçildi ve ilk defa seyircisiyle buluştu. Sonra Anadolu insanının kendini bulabileceği bir film olduğu için belediyelerde, valiliklerde birtakım özel gösterilerimiz oldu. Tam dörtnala koşmasını beklediğimiz, gösterime gireceğimiz bir zamanda (Mayıs 2020 gösterime girecekti) bütün dünyayı hapseden illet yüzünden filmin vizyonunu ertelemek zorunda kaldık. Bir yıldan fazla seyirciyle vuslatını bekleyen Karınca, sinemaların açılmasıyla birlikte 2 Temmuz’da gösterime girdi.
“Kültürümüzde Karınca En Çok Metafor Olarak Kullanılan Hayvanlardan”
Anadolu yazılı ya da sözlü kültürünü açtığımızda türkü, destan, masal, efsane yahut kıssa olarak en çok kullanılan hayvandır Karınca. Karınca Anadolu’da helalleşmenin, inceliğin, nezaketin temsilcisi olan bir mahlûktur. Hayatımıza çok girmiştir. Kelile ile Dimne’de fabl olan, en çok metafor olarak kullanılan hayvanlardan birisidir Karınca. Bir tür helalleşme, hakla ilgili ölçü hayvanı olarak vefakârlığın, fedakârlığın simgesi olmuş bir hayvandır. Anadolu bu bakımdan zengindir. Mesela kırmızı topal karıncanın fillerle savaşı diye Yaşar Kemal’in neredeyse İnce Memet kıvamında bir romanı vardır. Karınca hayvanı, emperyalizme, sömürüye, zulme, adaletsizliğe karşı duruşun da bir ifadesidir. Biz bunu boyu ve hacmi küçük olmasına rağmen Karınca filmimizde devlerle, büyük fillerle savaşmayı, onların tahakkümüne, işgaline, zorbalığına hiçbir şekilde boyun eğmemeyi göze alan bir kahraman olarak yerleştirdik.
Karınca’da Anadolu ve Doğu edebiyatından, anlatı ve kuramlarından, hikâye anlatma biçimlerinden, görsel zenginliklerden, mecazlar, metaforlar, kavramlardan ileri derecede kullanmaya çalıştık. Bostan’daki, Mevlana’daki, Kelile ve Dimne’deki karınca hikâyelerinin getirdiği derinlikten, dağarcıktan yararlandık. Ayrıca karıncanın etkilerinden başka bütün Anadolu kültürünün, Doğu edebiyatının ve Doğu medeniyetinin İslamiyet ile örüntülenmiş zenginliğinden yararlanmayı amaç edindik. Bütün Doğu kültürü hakikat arayışına, hak arayışına işaret etmektedir. Bu hakikat de sanatı,estetik olarak, ahlak olarak, medeniyet olarak en güzele götürmeyi amaç edinmiştir.
Karınca Bir Helalleşme Hikâyesidir
Kameramız Şems’i takip ediyor, Şems ile yola çıkıyoruz. Her yerde Şems’in arkasında. Hatta Fidan’ı İstanbul’da bıraktıktan sonra biz bir daha Fidan’a dönmüyoruz. Şems ile birlikte İstanbul’a gelince, yeniden Fidan’ı görüyoruz. Yani bizim derdimiz bir yan karakter, bir ikinci karakter çıkarmak değil. Şems’in vicdanın bir vebalden kurtulması. Çünkü iyi niyetle kamyonuna alıp İstanbul’a getirdiği kız çocuğu aslında ayartılmış, terör örgütü tarafından devşirilmiş bir canlı bomba. Kendine zarar verecek ve bir sürü insanın mağduriyetine, yok oluşuna sebep olacak ve bundan dolayı da bir hesap verecek Şems. Şems bir hesap verecek, bu hesabı vermeden de ölüp gitmek istemiyor. Yani Karınca bir helalleşme hikâyesidir.
Diyarbakır annesi gibi filme koyduğum bir kadıncağız var. O kadıncağızla konuşmasında “Ben hata etmişim, sizin gibi ince düşünemedim. Kızı aldım iyilik olsun diye, kamyonumla götürdüm. İnce düşünemedim. Hakkınızı helal edin.” diyor. Hem kadın, hem de dedesi susuyorlar; haklarımız helal olsun demiyorlar. İşte bu kırılma noktasıdır.Şems karar verip tekrar İstanbul’a dönüp bıraktığı yerden kızın izini sürerek onu/Karınca’yı yuvasına döndürmeye çalışacak. Karınca ile helalleşmek için kendini ateşin içine atması bu sahneden sonra oluyor.
Bu sadece Diyarbakır annesi gibi koyduğum o kadıncağızın helalleşme hikâyesi değil. Bütün Türkiye’nin kandırılarak dağa çıkarılan, terör örgütleri tarafından devşirilen, tetikçilik yaptırılmak için zorlanan bir sürü vatan evladı ile de helalleşme hikâyesi olarak görüyorum. Yani o çocuklar tek tek dönüyorlar, kendileriyle, anneleriyle, memleketleriyle, insanlarıyla kucaklaşıyorlar. Bu, büyük bir helalleşme hikâyesidir. Devlet de sahip çıkıyor. Devletin şefkatini, vicdanını gösteren bir olgu da var.
“Önemli Olan Namuslu Olabilmek”
Ana karakterimize sağ-sol diye bakmadım, namuslu-namussuz diye baktım. Çünkü başından bu yana yürüdüğümüz yolda etrafımızda değişik ideolojilerde insanlar oldu.Asıl olan bu insanların vatanına, insanına, ülkesine, memleketine olan düşkünlükleri bizim için ölçüydü. Bunlar memleketine, insanına, kültürüne sahip çıkan insanlar.Filmde yoldaş diye yine bir sol görüşlü“Hikmet” adında bir arkadaş var. Hikmet de namuslu bir karakter. Ne kadar inzivada olsa da ihtiyaç olduğunda vatanının, memleket insanının kurtuluşu için mücadele ediyor, yine ön ayak oluyor, beraber hareket ediyor. Gafil davranmıyor. Filmde dendiği gibi, “Gaflet de ihanettir.”Ülkemizin son yıllarda sokulmaya çalışıldığı birtakım dehlizlerde, bölücü ve ihanet hareketleri hepimizin gözü önünde yaşanmıştır. Bir örgütle ülke mücadele ederken o örgütün safında olup da devletini suçlayan, devletini küçültmeye çalışan, ihbar eden, itibarsızlaştırmaya çalışan aydınlar oldu. Bir örgütün selametini devletin selametinden daha önde tutan aydınlar, sanatçılar oldu. Yazık.Bunlar zaten Karınca filminin de konusu olan meselelerdir. Ama nereden beslenirse beslensin böyle kalkışmaların, gafletlerin Anadolu salih Müslüman temsili karşısında dayanacak gücü yoktur; onun tevhitten beslenen imanından kıyamla emperyalizmin, hiçbir tağuti düzenin önünde diz çökmeyeceğini filmimizde gösterdik.
“İdeolojisi Olmayan Kiralık Örgütleri Anlattık”
“Terör” dediğimiz daha doğrusu filmde “örgüt” dediğimiz mesele 1980 öncesindeki bir omurgayı taşımıyor. Nihayetinde “hibrit” dediğimiz kiralık, tetikçi, maşalar. Dışarıdan beslenen ve yönlendirilen fitne fücur, anarşi,kaos ortamı meydana getirmek emelindeler. İdeolojisi olmayan birtakım kiralık tetikçi oluşumlar bunlar.Ülkeyi karanlığa ve kaosun içerisine sürüklemek için hep birlikte ittifak etmişler. Memlekete ve insanımıza karşı ne kadar kirli, şeytani, siyasi taarruzlar varsa bunlara göndermelerimiz oldu filmde.
Kadının değerini, kadının eşitliğini ortaya koymaya da gayret ettik. Türk kültüründe kadın ailenin, toplumun, ülkenin orta direğidir. Yüksek dağların başındaki kar gibi cemiyetimizin başını serinleten ve taç gibi süsleyen kardır. Eşsiz, kadınsız kırık kanatlı bir kuş olur hayat uçamaz. Cennetin üstünde geçen ayak kadın ayağıdır. O yüzden “hanım ey” diye seslenmeyi, hayatımızı biçimlendiren bir güzellik olarak ifade etmeyi bilmişizdir. Her zaman edebiyatımızda olsun sanatımızda olsun bu ifadeleri görmek mümkündür.
“Sanatçı Namuslu Olmak Zorunda”
Sinema nedir? Sinema,başta yönetmenin sonra başka biri yazmışsa senaristin gözüyle toplumun, halkın yaşadıklarına ayna tutmaktır. Yani biz, birey olarak belki bir hikâye içerisindeyiz ama yaşadığımız “an” bir oluşum içerisinde.Bu oluşa, bu “an”a sırtımızı dönemeyiz. Ben de yaşadığım süre içerisinde terör belasını gözlemledim. Dünyayı saran bu Covid salgınından daha da çok canlar aldı bu terör illeti. Genç fidanları, kızdan oğuldan canlar aldı. Allahtan belasını bulsunlar. Bir sanatçı olarak uzun süredir kendi milletimi, insanımı perişan eden bir bela ile dertlendim, mücadele ettim. Ülkenin kayıplar verdiği, sadece can kaybı değil kültürel ve ekonomik kayıplar verdiği bir süreç. Bunları görmezden gelemez bir sanatçı. Sadece soyut birtakım ilhamların peşinde, soyut birtakım güzelliklerin peşinde olmamalı. Sanatçı, gerçekçi olmak zorunda, dürüst olmak zorunda, namuslu olmak zorunda. Namuslu olmak da ülkesinin, coğrafyasının yaşadıklarına karşı tepkisiz, dilsiz kalmamaktır.
Ülkesi İçin Göğsünü Siper Etmeye Hazır Bir Nesil Vardı
1980 yılını bütün şiddetiyle yaşadık. 12 Eylül öncesi lisedeydim. Bir kasabada olmama rağmen Dev-Genç, Dev-Solcu’larla sokakta ellerimizde keser saplarıyla, ağaç dallarıyla harp ettiğimiz oldu. Neredeyse bugün Pal Sokağı Çocukları filminde rastlayan bir çocukluk içerisinde, gençlik içerisinde sokak dövüşü ediyorduk. Ama biz büyük resmi göremiyorduk. Şimdi büyük resmi ancak yıllar sonra geriye baktığımızda okumalarla gördük. O dönemde sağ olsun, sol olsun, ülkücü olsun,devrimci olsun, akıncı olsun emperyalizme karşı ortak mücadelede birleşiyorlardı. Her ikisinin de söylemi aynıydı. Yani bir kültürel emperyalizm, ekonomik emperyalizm, müstevli zihniyetlerle, işgal meseleleriyle ilgili de aslında bizim Şems’in filmde durduğu gibi bir boyun eğmemezlik içindeydiler. İşte benim namuslu aydın, namuslu adam diye ifade ettiğim nesil 12 Eylül öncesindeki nesil. Ha oyuna getirilmiş, büyük resim başkaymış falan bunlarla ilgili değerlendirmeleri sonra yaparız ama namuslu bir nesil vardı. Ülkesi ve insanı için, maneviyatı için, ideolojisi için göğsünü siper etmeye hazır bir nesil vardı.
Geçmişimizle Hesaplaşıyoruz…
Karınca filmimizde biraz “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” gibisinden,olandan olacaktan temsiller vererek zamanımızın gençlerine öğütler, uyarılar da var. Mesela filmimizde sanat çevrelerimizin yer yer düştükleri gafletle ilgili sahneler var. Karnından konuşmadan, kulağı başka yerden göstermeden, sözü esirgemeden, kınayacak olanın kınamasına aldırmadan; bazı çevrelerin insanımıza, memleketimize, devletimize aymazlıklarını anlatan açık sahneler var Karınca filminde. Ne yazık ki geçmiş dönemde öyle bir algı oluşturuldu. Birtakım cephanelikleri, tünelleri kazan insanları ablukaya aldı diye bu devlet kınandı, ihbar edildi. Bunlara da kulak kesilenler oldu.
Türk Sineması’nda çok cesur yönetmenlerimiz vardı. Şerif Gören “Sen Türkülerini Söyle” diye bir film yaptı. Zeki Ökten “Ses” diye bir film yaptı. Başka bir yönden 12 Eylül ile ve aydınıyla, insanlarıyla bir hesaplaşmayı gerçekleştirdi. Yani işkencecisiyle de hesaplaşmayı gerçekleştirdi. İsmail Güneş “Gülün Bittiği Yer”de, bir düzenle, 12 Eylül zorbalarıyla, cuntasıyla çok cüretli, gözü pek, yılmaz bir hesaplaşma gerçekleştirdi. Bu ülkenin yönetmenine yakışan yüce bir haldir bu. Böyle yönetmenler nerede şimdi? Terör örgütüyle hesaplaşacak, filminde terör örgütüne güzelleme yapmayacak, hesap soracak, fidanları devşirip kanlı eylem gerçekleştirenlere hesap soracak yönetmenler nerede? O güzel insanlar, o güzel atlara bindi gitti mi diyeceğiz.
12 Eylül’ün mahallinden uzaklaştık. Daha tepeden,objektif birtakım değerlendirmelerimiz olabilir. 40 yıl geçmiş üzerinden. Karınca’daki hesaplaşma daha kişiselleşmiş bir yerde, vicdani hesaplaşma. İdeolojik, fikri bir mesele değil. Dünya değişmiş, almış başını gitmiş. İdeolojiler yerle bir olmuş, insanın ihtiyaçları artık başka yere evrilmiş. Fikir yok, ideoloji yok, ülkü yok artık hayatımızda. Tüketim var, para putu var. Ahlaki çözülme başlamış.Bir akışa kaptırmışız kendimizi körü körüne, gözler tamamen kapalı bir çirkef çukuruna doğru gidiyoruz. Ahlaki kokuşmuşluk zirve yapmış. Tabi mumla ararız eskinin namuslu idealist ve fikri hür irfanı hür aydınlarını…
6 Filmlik Bir Seri Hazırlanıyor
Karınca’dan sonra Altın Buzağı diye bir senaryo çalışmamız var. Zannediyorum 2021’de biter, olgunlaşır; 2022’de de her şey normale dönerse filmi çekeriz. Buzağı, 6 film olarak tasarladığımız nehir filmlerin ikincisi. Kur’an-ı Kerim’de hayvan adıyla anılan 6 sure var. Allah-u Teala’nın kitabında bazı ayetlerinde kullarına hayvan temsilleriyle seslenmesinde, bu hayvanları anmasında bir sır, bir hikmet, bir ibret ve bir kendim için zenginlik olduğuna inandım. Uzun bir zamandan bu yana bu konular üzerine zaten düşünüyor, araştırıyor ve çalışıyordum. Bunların birer filmlik karaktere dönüşmesiyle ilgili bir hazırlığa giriştik. Karınca birincisi idi, Altın Buzağı ikincisi, üçüncüsü Örümcek/Ankebut, dördüncüsü Fil, beşincisi En’am ve altıncısı da Allah’ın Peygamberlerinden sonra vahiy almış tek hayvan olarak işaret ettiği“bal arısı.” Allah, biz arıya vahyettik buyuruyor. Yani “Arı’ya bir ilim verdik; Arı’nın da kalbini, istikametini genişlettik” diyor ve ona yuva kurmasını ve çiçeklerden toplayarak insanlar için şifa olan balı yapmasını öğrettik buyuruyor. İnşallah ömrümüz yeter, sinemanın şartları da uygun olursa arka arkaya bu filmleri yaparız. Emek çaba bizden, başarı ve nasip Allah’tan.Bize de bütün Doğu edebiyatçıları, Doğu sanatçıları gibi hakikat yolunun işaret taşlarını sinemayla dizmek nasip olur inşallah.
“Yönetmen Her Filminde Acemidir”
Bir ustanın varlığında her şey, sanat, ustadan öğrenilir. Sanatın sırları, incelikleri ustadan çırağa geçer. Sinema yetenekle ilgili bir sanattır ama bu tarafı da değerlidir. O yüzden bir ustanın yanında yetişmek ne verir bir insana, bir çırağa? En karmaşık hallerde en çözümsüz durumlarda ustanın bir müşkülü, bir sorunu çözüşü vardır, olmuştur. Bunu gözlemlersin… En umutsuz anda bile ustanın seni çukurdan kurtaracak bir ipi bulunur. Tabi kim ne derse desin yönetmen ne kadar usta sayılırsa sayılsın, her filmine başlarken acemi olduğu bir sanattır sinema. Çünkü her yeni filmin dünyası yepyeni bir karakter, yepyeni bir mekân, yepyeni bir duygu, yepyeni bir atmosfer, yepyeni bir anla başlar. Eski biriktirdiklerin işe yaramayabilir.O sabah, o sette daha önceki deneyimlerinden, pratiğinden yararlanabilme şansın olmayabilir. Sinema her anıyla çetin bir savaştır. Bazen öyle bu sahneyi uygulamamakta acemi, çaylak ve amatör birinden farkın yoktur.Her yeni film yönetmen sudan çıkmış balık hali yaşatır. Yaşatmalıdır da.
Halk Film Bir Ocak
Film üretimi, tek kişinin hayalini gerçekleştirmek üzere yüzlerce, bazen binlerce kişinin toplandığı bir sanat kıyamı vaktidir. O yüzden bu üretim sırasında mutlaka sizin iş tutuşunuzu, karar verişinizi, zevkinizi, estetiğinizi takip eden, uygulayan birileri olmalıdır. Film seti büyük ‘murakebe’nin an be an sürdüğü bir yerdir. Biz mizaç olarak zaten Halk Film’in etrafında yüzlerce oyuncunun, gencin, filmlerimizde çalıştığımız insanın omuzuna dokunmak isteriz. Sinema yolunda kararlı ve sabırlı olanlara, yılmayacaklara, boyun eğmeyeceklere, tel maşa olmayacaklara destek olmaya çalışıyoruz. Hayali olanın diğer kanadı olmaya azmetmişim. Uçsuz isterim. Sürünmeden, debelenmeden uçsun. İdealist memleket çocuklarının memleket sinemasını yapması da benim hayalimdir. Yani ben Halk Film’i de bir ocak olarak düşünürüm. Gençler, buraya senaryolarıyla, projeleriyle hikayeleriyle geldiklerinde mutlaka sevinçle döneceklerdir.
Röportaj: Mesut AYTEKİN