Tarihin kendisinden ders almasını bilene verecek çok öğüdü vardır. Geçmişi hakkıyla öğrenip günümüzü iyi analiz edebilmemiz yaşadığımız şu günlerde büyük bir ihtiyaç olmuştur. Osmanlı devlet başkanlarından 2. Abdülhamit Han ve zamanının getirdiği koşullar üzerinden yakın dönem tarihimize uzanan sorularımızı İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Cezmi Eraslan’a yönelttik.
2. Abdülhamit tahta geçtiğinde idari ve siyasi açıdan nasıl bir Osmanlı’yı omuzlarına aldı?
2. Abdülhamit’in tahta çıktığı dönem Osmanlı’ya bakarsak çok ciddi manada sıkıntılar içerisinde olduğunu görürüz. Ekonomik, askeri ve siyasi açıdan da öyledir ama Abdülhamit ekseninde baktığımız zaman amcası vatandaşı memnun etmedi diye tahtan indirildi. Nazırı, sadrazamı, bahriye nazırı vs. bürokratlar ve askeri bir darbeyle indirildi, ağabeyi tahta çıkarıldı. Üç ay sonra akli dengelerindeki sıkıntılar dolayısıyla tahttan indirildi. Birkaç paşa etrafında dönüyordu iş ve Abdülhamit’in tahta çıkma konusu gündeme geldi. O da meşrutiyeti ilan ederse tahta çıkma yolunun açılacağını gördü ya da kabullendi ve tahta çıktı. Böyle bir dönemde tahta çıkmak padişahlığın çok aman aman bir pozisyon olmadığını gösteriyor. Ekonomik manada 1875 Ramazan Kararnamesi var. Borçların faizlerini ödeyemeyeceğini ilan etmiş devlet, Bulgaristan isyanı çıkmış, Bulgarlar Balkanları kasıp kavuruyorlar. Oradan buraya ciddi manada bir göç var. Bu isyan dolayısıyla Rusya ile savaş tehlikesi içerisindesiniz. Bir yandan İngiltere sıkıştırıyor, bir yandan Rusya’nın “aman topraklarınız içindeki gayrimüslimlere yönelik reformları bir an önce yapın” baskısı var. Bu süreç birkaç paşa etrafında yol alıyor. Paşalar bu süreçte uygulamalarını hayata geçirebilmek için padişahlık makamına kendi taraflarından olan herhangi bir Osmanlı hanedanı mensubu geçebilir düşüncesindeler. Yani Abdülhamit hayır dese Şehzade Reşat Efendi’ye döneceklerdi. Dönemin genel anlayışı meşrutiyeti ilan edersek anayasal bir rejime geçersek memleket modernleşir ve Avrupa da bizi sıkıntıya sokmaz. Bu yüzden aman ilan edelim de kurtulalım dediler. Kavramları kabul etmekle mevzuyu hallettiğimizi düşünerek bir zihin yanılgısı yaşıyoruz. Hala da devam ediyor. Bir yere dâhil oldunuz, peki o kavramın içini dolduruyor musunuz? Bu hiç bu şekilde değerlendirilmiyor. Kavramın içini dolduramıyorsunuz. Meşrutiyet ki “Yeni Osmanlılar” bu manada ciddi fikri hazırlıklarını yaptı. Osmanlı meşrutiyeti Tersane Konferansı esnasında harcadı. Bir an evvel ilan ettiler. Diyorlar ki: “Biz meşru bir devlet olduk artık sizin müdahale etmenize gerek yok, meclisi açacağız, mecliste her unsur kendi hukukunu savunacak dolayısıyla sizlerin müdahale etmenize gerek yok. Çıkın memleketten.” Onlar da “Bu çocuk oyuncağı değil” dediler. Eleştirel bakarsanız evet, çocuk oyuncağı değil; ama Osmanlı küçücük şeye meşrutiyetin ön hazırlığını feda etmiş oldu. Yani çok daha etraflı bir hazırlık yapılıp bu iş kotarılmış olsaydı belki çok daha kalıcı olacaktı.
2. Abdülhamit’in meşrutiyete bakış açısı nedir?
Başlangıç itibariyle kabul edeyim, ilan edelim, tahta geçeyim istedi; sonuçta Abdülhamit de bir insan. Dijital ortamda bir belge gördüm, paşalar Abdülhamit’i tahta çıkarırken ağabeyi Sultan Murat tekrar sıhhatini kazanırsa tahtı ona bırakacağına dair 4-5 şahitli bir evrakı imzalamış. Belge orijinal mi bilmiyorum ama içerik bu. Bir açıdan bakarsanız mantıklı görünüyor 5. Murad “Yeni Osmanlı” taifesinin göz bebeğiydi ve onunla meşrutiyet gelecekti. Ancak adam üç ay içinde akli dengesini kaybetti. Dolayısıyla düzelirse olur tarzında bir yaklaşım söz konusu. Bu açıdan baktığınızda ise Sultan Murat sıhhatini kazanacak ama Abdülhamit tahtı bırakmayacaktır. O günlerdeki konuşmalarında devletin istibdatla yönetilmesinin işleri zora soktuğunu tespit eder. Anayasalı bir yönetimin devletin meselelerini çözeceğine inandığını söyler. Şöyle bir bağlantı kurulabilir, 93 harbinden sonra Sultan Abdülhamit birkaç defa bürokrasiyi harekete geçirmek istiyor yani eksiklerini giderelim ve tekrardan meşrutiyeti ilan edelim istiyor. Fakat etrafındaki paşaların bir muhalefeti var. “Daha savaşın yaralarını saramadık, böyle bir durumda tekrar tartışma ortamına girmeyelim” görüşünü getiriyorlar. Biraz gerçekçi bakarsanız Abdülhamit açısından da akla uygundur, çünkü kimse eleştirilmek istemez. 93 harbi arifesinde saltanat şurası toplandığı sırada Mebusan Meclisi’nin temsilcileri padişahı eleştiriyor. Savaş sırasındaki uygulamalar böyle bir eleştiriye yol açar mı derseniz, evet, cephede insanlar savaşıyor ama sarayda da birtakım kontrol mekanizmalarının, komitelerin hazırlık yaptığını ve işin içinde bulunduğu biliyoruz. Cephedeki askerlerin kararında ne ölçüde etkili oldu, bunu ezbere söylemek mümkün değil. Saraydan ne ölçüde tesir edildi ya da edilmedi bunu görmek mümkün ama şu an sevenleri “hiçbir kusuru yok padişahın” diyor; sevmeyenler de “sarayda oturduğu yerden savaşa müdahale etti, işi karıştırdı ve netice bu noktaya geldi” diyorlar. Aslında Abdülhamit değil bir başkası da olsa savaşta, o ortamda bir şey değişmeyecekti. Çünkü toplumsal olarak artık ciddi manada bir kopuş var. Mesela Ermeniler daha savaşın başında Patrik vasıtasıyla sadrazama gelip, “Türk ve Ermeni gençlerinden bir kent muhafızı oluşturalım” diyorlar. Ama Rus orduları Yeşilköy’e geldiği zaman ilk önce Ermeni Patriği’nin sesi yükseliyor “Aman bize bağımsızlık verin, bu Müslüman zulmünden kurtarın bizi” diye. Baktığınız zaman 93 harbi hem ekonomik olarak hem askeri olarak devleti iliklerine kadar sarsan bir savaştır. Kars, Ardahan ve Batum 1918’e kadar Rus idaresinde kaldı. Müslümanlar Balkanlarda çoğunlukken bu savaş sonrasında azınlığa düştü. Ciddi bir göç söz konusu. Abdülhamit, Rusya ve İngiltere karşısında Türkiye’ye destek olacak bir güç arayışına girdi. Tevafuk olarak Almanya, İngiltere ve Rusya’ya karşı yeni bir sömürgeci güç olarak yeni sömürü alanı arayışları içindeydi. Abdülhamit 1882’den başlayarak Almanya’yı bir denge içerisine sokmayı başardı. Bu Abdülhamit’in başarısıdır. Almanlar ile olsun tamam ama bu Almanlara teslim olmak şeklinde değil, bizim birtakım subayımızın, birtakım aydınımızın yaptığı gibi bir hayranlık değil onun yaptığı. Bu denge bakımından Almanya bize lazım stratejisi ile yaklaştı. Hatta Alman imparatoru 1889 ve 1898’de olmak üzere Osmanlı’ya iki defa geldi. Devletlerarasında ilişkilerde mütekabiliyet esas olmasına karşın Abdülhamit “İade-i ziyaret beklememesi koşuluyla gelebilir.” dedi. Bunu söyleyebilmek de az bir şey değildir. Yani bir eşitlik bile kabul etmiyor. 93 harbinin sonunda Rusya’ya yüklü bir savaş tazminatı var. Zaten 1875’te borç faizlerini ödeyemiyorsunuz. Devletin ekonomisine dışarıdan biri el koymasın diye alacaklılarla oturdular görüştüler. Muharrem Kararnamesi dediğimiz 1881’deki kararname ile Düyun-u Umumiye kurulumunu gerçekleştirdi. Bunu yapmasaydınız alacaklılar direk müdahale edebilecekti. Ekonomik açıdan fiilen özgürlüğünü kaldırdı belki ama resmen de devletin kendi gözetiminde, başında Osmanlı bürokratının bulunduğu yedi kişilik bir komite yabancıların alacaklarını Osmanlı vergilerinden aldı. Böyle bir sistemi getirerek ekonomik devamlılığı sağladı. Ama Düyun-u Umumiye’nin devlet içinde devlet olmasını engelleyemediler. 2. Meşrutiyet döneminde Osmanlı maliye idaresinden daha fazla memur Düyun-u Umumiye idaresinde çalışır hale geldi. Maalesef… Bütüncül bir yaklaşım ile Abdülhamit dönemi Osmanlı’nın son kurtuluş denemelerini yaptığı dönemdir. Ama bunu becerebilmek için inanmış bir kadronuz, maliyeniz, askeriyeniz olacak. Şimdi maliye iflas etmiş, askeriye ciddi anlamda darbe yemiş, bürokrasinizde artık bu milletin devletin kendi gücüyle ayakta duramayacağına iman etmiş, bir büyük devletin himayesini arar halde. Böyle bir noktada Abdülhamit ne yapsın? Sihirbaz olması lazım ki bütün meseleleri halledebilsin. Bu da mümkün değil.
Bu yüzden istibdadı getirmiş olabilir mi?
Abdülhamit devletin başı olduğu için her gelişmeden nihai sorumludur. Her gelişmeyi kontrol etmek mecburiyetindedir. Bütün müesseselerde böyledir. Sorumlu olan müesseselerin başıdır. Osmanlı’da da padişahtır. Küçük ya da büyük fark etmiyor. Burada da böyle; idari ya da akademik her şeyden enstitü müdürü sorumludur. Yani yetkileri dağıtırsanız problem yok ama sorumluluk sizin sırtınızda. Ne kadar güvenebilirseniz ne kadar yetişmiş müesseseye ömrünü vakfedecek adamınız varsa o kadar şanslısınız. Yoksa her halükarda sorumluluk sizin sırtınızdadır. Elemanınız yoksa veya siz güvenemiyorsanız her işi siz kontrol etmek durumundasınız. Bunun dışarıdan görünen yönü istibdat oluyor. Bunu bugünkü yönetim anlayışına ya da liderlerin durumuna da uygulayabilirsiniz. Türkiye’de bürokrasi sorumluluk almaz. Sorumlu baştakidir. Fikir beyan etmez. Fikir beyan eder de takip edilirse ve bir şey olursa sorumluluk söz konusu olacaktır. O yüzden sorumluluk almazlar, yöneten de bir süre sonra onlara sormadan iş yapmaya başlar. İşte o zaman istibdat yaptı oluyor. Bu yaklaşım dolayısıyla yönetim ister istemez oraya gidiyor. II. Abdülhamit’in denge politikası çok önemlidir. Baktığınız zaman sadece sağlık değil, eğitim konusunda da çok ciddi hamleleri var. Her kasabaya bir idadi, her şehre mutlaka bir sultani yaptırarak eğitimi geliştirmeye çalışması hakikaten son derece önemlidir. Teknoloji belli bir ölçüde takip edilmiştir. Her kasabanın, şehrin merkezine bakıyoruz bir saat kulesi var. Abdülhamit genellikle hep eleştirilir “Yıldız’a kapandı kaldı” diye, doğrudur, çıkmamıştır. Ama ülkenin neresinde bir iş yapılıyorsa mutlaka bunların fotoğraflarını aldırıp albümler yaptırmıştır. Şu anda nadir eserlerde bunları belgeleyen 31 binden fazla fotoğraf var. O günün şartları içerisinde bunlar kolay değil tabii ki. Demir yolları 1856’dan beri var. Sultan Aziz’in başlattığı çalışmalar onun zamanında hızlandırıldı. Hamidiye-Hicaz Demiryolu’na işaret etmeliyiz. Malumunuz belde-i mübarekeye gayrimüslimler giremiyorlar. Dolayısıyla orası da dâhil olmak üzere Hicaz’a kadar demiryolunu götüren odur. Mali kaynakları tamamen yerli malı olarak karşılanan projedir. Mühendislik kısmı da çok büyük oranda yerli imkânlar ile olmuştur.
Düyun-u Umumiye varken bu durumda nasıl yerli kaynak kullanıldı?
Memurların maaşlarından kesintiler yapılıyor. Bağışlar yapılıyor. Başta en büyük bağışı padişah yapıyor. Yurtdışından Müslümanların bağışları var. Gayrimüslimlerden bağış var; mesela Osmanlı muhibbi Avusturyalı birisi bağış yapıyor, alalım mı almayalım mı diye tereddüt ediyorlar… Çünkü tamamen Müslüman dayanışmasının bir ürünü olsun isteniyor. Abdülhamit’e bunları yapma fırsatı veren şey toplumla bütünleşebilmesi. Bunu sağlayan en önemli hususlardan biri halifelik unvanına yaptığı vurgu, ikincisi de şahsi bütçesini çok iyi bir şekilde kullanan bir adam olmasıdır. Hesabını bilen, parasını iyi çalıştırabilen biri. Bu konuda hiç bağnaz değil. Parayı bilen adamı işin başına getiriyor. Çiftlikler var, hazineye bağlanan işletmeler var; baktığınız zaman bunların ciddi bir getirisi var. Hem ülkeye ürün olarak geliyor hem de hazineye para olarak geliyor ve vatandaşa, “Bak, biz bir şey yapıyoruz.” örneğini gösteriyor. Bunun yanında kış geldi, ortalık soğuk; fakir fukaranın ihtiyacını karşılıyor. İstanbul’da ve ülkenin her yanında tekkeler var. Her tekkeye bir konuda destek oluyor. Aydınlanma, yemek masrafı ya da bir kışlık masrafı karşılıyor. O dönemin en etkili sivil toplum örgütü tarikatlar, tekkelerdir. Onlarca farklı tarikatın burada merkezleri, temsilcileri var. Bunların hepsi Abdülhamit’i kendi tarikatından addederler. Abdülhamit hepsine ayrı ayrı bağışlarda bulunmuştur. Şeyhlerini huzuruna kabul etmiş, nişanlar vermiştir… Yani insanlar, tarikat mensupları, “padişah bizden” düşüncesini birbirlerine yaymışlardır. Sizden biri olarak algıladığınız zaman da elinizde ne varsa siz de ona destek olma noktasında kullanabiliyorsunuz. Mühim olan devlet millet bütünlüğünü sağlayabilmektir. Yöneticinin sizden olduğuna inandığınızda canınızı vermek noktasında bir tereddüttünüz olmuyor.
Meşrutiyeti Osmanlı ne kadar biliyordu ya da ne kadar hazırdı? Biz bunu nasıl halka indirebiliriz? Bu konuda düşünceleriniz neler?
Söz konusu değişimler aydınlar arasında dönüp durmuş şeylerdir. Bunların halka indiğini söylemek mümkün görünmüyor. Gökalp “Halka gideceksiniz” diyor. Yani 3-5 kişinin 10 kişinin toplumun yüzde 10’unun bir şeyi istemesiyle bu olmaz. Toplumun geneli istemeli, aksi takdirde kalıcı olmaz ya da yukarıdan aşağıya siz baskı ile yaparsınız. Şimdi 1876 Anayasası bir ihsan-ı şahanedir, padişah ihsanıdır; milletin aldığı bir şey değildir. Aydınların çabası da vardır ama millete yansımamıştır ve o aydınlar millete yansıtamadıkları için milletin desteğini alamamanın tepkisini de çok sert görmüşlerdir. Mesela Yeni Osmanlılar yurtdışına sürülürlerken isyan çıkar diye bekliyorlar. Biz bu millet için çalıştık, vatandaş bize sahip çıkar, jandarmanın elinden alır, bizi sürgüne yollamaz diye düşünüyorlar. Sarayburnu’ndan gemiye bindirilirken bakıyorlar sağa sola herkes işinde gücünde. Tabii büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Mithat Paşa, anayasayı getiren adam, 113. madde ile sürgüne gönderiliyor. Gemiye biniyor. Habire süvariyi taciz ediyor, “Hemen telle sor bakalım İstanbul’da ihtilal çıktı mı?” diye. İhtilal bekliyor çünkü kendisi bu kadar hizmet etti bu millete. Düşünce bu. Millet onlara bu sebeple sahip çıkar diye düşünüyor. Aralarındaki yazışmalara bakıyorsunuz: ”Lanet olsun böylesi miskin halka” diyor adamlar. “Biz onların iyiliği için, onların refahı için yerimizi yurdumuzu karımızı, çocuğumuzu, sevgilimizi terk ettik. Buralarda yarı aç yarı tok yaşıyoruz. Türkiye’de tık yok, toplumda tık yok.” diyorlar.
Ama şimdi oldu galiba, millet 15 Temmuz’da sahip çıktı.
15 Temmuz bu manada ciddi olarak çok büyük bir inkılap. Yani milletin kendini tankın topun önüne siper etmesi ve sisteme sahip çıkması ilk defa toplumun aldığı bir öncelik. Çünkü darbe yapılıyordu ve engel olundu. Toplumun fiilen mücadelenin içinde olması meselesidir. Eskiler şöyle diyorlardı: ”İhsan olunan şey istirdat olunmaya mahkûmdur.” Yani lütfen verilen bir şey gün gelir geri alınır. Siz alırsanız, mücadele ederseniz o zaman kıymetini bilirsiniz. Biz 15 Temmuz’da toplum olarak bunu gösterdik. Şimdi günlük hayatı gözlediğiniz zaman, kurala kaideye uymuyor toplum, çıkar için yalan söyleniyor. Yani bu milletten bir şey çıkmaz bir şey olmaz dediğimiz anda 15 Temmuz’da insanlar herhangi bir parti olarak değil, genel olarak meydana indi ve sisteme sahip çıktı. Bu hakikaten Cumhuriyet’in zirvesidir.
Abdülhamit tahtan indirildiğinde halk nezdinde böyle bir tepki oldu mu?
Bir kitle hareketi yoktur. Dışarıdan bakanlar, “31 Mart’ı Abdülhamit yaptırdı” diyorlar, ama zaten tahtta kendisi var, böyle bir şey yaptırmaya ihtiyacı yok. Diğer taraftan İttihatçılar açısından şöyle bir şey var: Meşrutiyeti ilan ettiniz ya da dış güçlerin etkisiyle ettirdiniz. Ama anayasayı değiştiremiyorsunuz. Bunu değiştirmenin yolu Abdülhamit’i tahttan indirmektir. Biraz önce bahsettiğim anayasal düzenlemeler padişahın indirilmesinden sonradır. Çünkü ittihatçılar bu süreçte Abdülhamit’i indirebilmek ve meşrutiyeti ilan ettirebilmek için herkesle işbirliği yaptılar. Ama bu adamlar bu memleketi seven adamlar genel itibariyle. Kendi tecrübesizliklerini biliyorlar. İlk yaptıkları iş devlette tecrübe kazanabilmek için anayasa değiştirmek. Bunu da beceremiyorlar. Partiden vekilleri paşaların yanında müsteşar yapacaklar. Anayasaya göre hem müsteşar hem vekil olamıyorsun. Bunu değiştirelim dediler tecrübe edinmek için ama yapamadılar. Bu samimi bir yaklaşımdır. Babıali baskınına kadar devleti hep arka planda kalarak yönettiler. Doğrudan sorumluluğu o tarihe kadar almadılar. Yoksa samimi adamlar ama yetersizler. İyi niyet bu coğrafyada hiçbir şeyi halletmiyor, her an teyakkuzda olmak gerekiyor. Siz kontrol etmezseniz sizi kontrol ederler. Bu coğrafyada hiç değişmedi bu.
İstibdat döneminde Abdülhamit İttihatçıların önünü neden alamıyor?
Abdülhamit döneminde kimse ağzını açmasın konuşmasın diye bir şey yok. Belli şeyleri tabii ki kontrol edeceksiniz ama o okullar yüksek eğitimli bir nesli ortaya çıkarıyor; askeri okullar ve mülkî okullar. İstanbul’da ilkokulların hepsinde öğrenci öğretmen dâhil insanların halifeye, padişaha sadık olup olmadığını kontrol eden bir sistem kuruyor. Müfettişler görevlendiriyor. Hem öğrenciler, hem eğitim, hem de hocalar kontrol ediliyor. Bu yüksekokulda yok. Aşağıyı kontrol ediyorsunuz ama yukarıyı bırakıyorsunuz. Bu düalist bir yapı çıkarıyor. Sokaktaki adamın anladığı dinle, yüksekokullunun anladığı din aynı değil. Aydınlar muhalefet ediyor. Öyle izah ediliyor ki sanki sultan mektepli çocukları öldürtüp Sarayburnu’ndan denize atıyormuş. Herkes inanıyor buna, hatta 2000’li yılların başında bu üniversitenin rektörü de televizyonlarda bunları söylüyordu. İttihatçılar da buna inanıyor ve duyuru yapıyor. İstibdat devrinde faili meçhule maruz kalan, akrabasından arkadaşından vs. kaybolan kim varsa müracaat etsin araştıracağız duyurusu yapıyorlar. Hiç müracaat gelmiyor. Abdülhamit Mekteb-i Mülkiye-i Şahane’den dereceye girenleri her sene kendi sarayında görevlendiriyor. Çünkü memleketin her tarafını bizzat kendi kontrol etmeye çalışıyor. Bir yere kaymakam atayacağı zaman ona bir telgraf şifresi veriyor. Doğrudan kendisi haberleşiyor. Osmanlı’da son dönemde bir ildeki genel müdürlük, müdürlük vs. doğrudan padişahın emrine tabidir. Taşrada görevlilerle haberleşiyor. Bilgi kendisinde toplanıyor, doğrudan emir veriyor, şunu şöyle yapacaksın. Arşiv dilinde buna “Resen sadır olan irade” de denir. En fazla Abdülhamit döneminde vardır.
Çok zor değil mi bu şekilde?
Zor tabii. Zor olduğu için bunu en fazla otuz sene devam ettirebilmiş Abdülhamit. İkinci Meşrutiyetin ilanı arifesinde Balkanlarda iki tane subay, birliğiyle dağa çıktı. Abdülhamit vazgeçiyor ve Meşrutiyeti ilan ediyor. Şaşırıyorlar bu kadar kolay nasıl kabullendi diye. Bıkıyor adam, bitiyor… Devlet adamlarına güvenemiyorsunuz, maddi sıkıntılar var. Avrupa her taraftan kurcalıyor, askerler bir taraftan, o bir taraftan… Her şeyle siz uğraşmak zorundasınız.
Bu konuyla ilgili şunu da anlatayım. Bütün o telgraflar Makedonya 3. ordudan geliyor. Topluyor paşaları diyor ki “Karar verene kadar çıkmayacaksınız; yemeğinizi burada yiyeceksiniz, saraydan çıkmayacaksınız, karar belirleyeceksiniz.” Eski sadrazam Kamil Paşa orada, Sait Paşa orada, diğerleri orada; karar verilecek. Sait Paşa sonrasında diyor ki “Biz meşrutiyeti kabul ettik, ilan ettik.” Kamil Paşa’nın ona cevapları var. Kamil Paşa “O komisyon karar veremedi.” diyor. Sabaha kadar yemekler geldi, gitti. Sonuç yok. Sonra Kamil Paşa padişahın kendilerine başkâtibi gönderdiğini ve şöyle dediğini yazar: “Tamam, ilan ediyorum. Arz tezkeresini yazın onaylayacağım.” Yani 2. Meşrutiyet Sait Paşa’nın ya da şunun bunun kabul ettiği bir şey değil, gene padişah kabul ediyor. Altındaki bürokrat kadro gene karar vermiyor. Yine son kararı yukarıdaki adam veriyor.
II. Abdülhamit’i Tanzimatçı bir padişah olarak görüyoruz. Sizin görüşleriniz nedir bu konuda?
Yani o modernleşmenin devam ettiği bir dönem. Tabii ki Tanzimat dönemi eğitim ve ticari reformlarla simgelenir. Dolayısıyla Abdülhamit o dönemin en uçtaki adamıdır. Osmanlı’nın bu açıdan bakarsanız aynı zamanda son muktediridir.
Türk modernleşmesinde Abdülhamit’in yeri bu anlamda öne çıkıyor, doğru mu?
Tabii ki son derece önemlidir. Yani eğitimi bu kadar ön plana çıkaran, bir yerlere getirebilen, bunları hiç olmazsa müesseseleşme bazında daha yukarılara çıkaran bir isim 2. Abdülhamit. Cumhuriyet dönemini kuran, yöneten nesil istisnasız onun okullarından yetişti. Ve eğer o yüksekokullarda fikir hürriyetiyle Batı yazını ile bu kadar rahat buluşamasalardı iş bu noktaya gelmezdi. Abdülhamit’i indirenler, açtığı okullarda yetişen adamlardır…
Cumhuriyetten sonra yakın döneme kadar Abdülhamit’e karşı bir kızıl sultanlık yaftası söz konusuydu…
Şimdi kızıl sultanlık meselesi Ermeni mevzuu ile alakalıdır. O, bahsettiğimiz 93 Harbi’nden itibaren başlayan reform isteklerine karşı çıkmıştır. Çünkü istenilen reform Doğu Anadolu’da yabancı valilerin, gayrimüslim valilerin, işte belirli bir takım gayrimüslimlerden oluşturulacak jandarmanın vs. yönetici pozisyonuna gelmesini öngörüyor idi. Padişah da bunu uygulamıyordu. Abdülhamit’in bu manada Ermeni soykırımı yaptığı, o yüzden kızıl dendiği falan böyle bir şey yok. Bir Fransız gazetecisinin koyduğu bir isimdir. 1894 Sason İsyanı dolayısıyla gündeme getirilir. Hâlbuki o dönemde de Müslümanlara saldıran Ermenilerden 30 bin kadarı Rusya’ya sığınmıştır, katledilmemiştir bunlar. Dönemin belgelerine baktığınız zaman; Abdülhamit bunlara çağrıda bulunuyor, “Hukukun işleyeceğini, kimsenin ülkeden kaçmaması gerektiğini, kaçan olursa vatandaşlıktan çıkarılacağını duyuruyor.” Buna rağmen kaçıyorlar çünkü komşularını katletmişlerdir bir ceza görecekleri endişesi vardır. Rusya’ya sığınıyorlar fakat Rusya da bunları Ruslaştırmaya başlıyor bir müddet sonra. “Osmanlı iyi idi, dönelim” diyorlar ama Osmanlı istemiyor. 1890’ların sonu itibari ile Rus Çarı ile Abdülhamit arasında bir anlaşma yapılıyor. Zımni bir anlaşma; yazılı, uluslararası bir anlaşma değil. “Vapurlara bindirip göndereceğim 30 bin Ermeni’yi” dediği zaman Rus Çarı; Abdülhamit istemiyor. Niye istemiyor biliyor musunuz? Çünkü gidenlerin yerine Balkanlardan gelenleri iskân ediyor. Sınırı Türkleştiriyor. 30 bin adam gelirse nereye koyacak bunları? Geri göndermemek için Rus Çarı imtiyaz istiyor. Samsun’dan Kars’a kadar olan Doğu demiryolu yapım imtiyazını Ruslara veriyoruz bu sebeple. Bu ne demek biliyor musunuz; oraya demiryolu yapacaksınız, hattın 5 km sağı, 5 km solu yani 10 km’lik bir hat üzerindeki ve altındaki kaynakları kullanacaksınız, bir de kilometre garantiniz var. Ballı lokma tatlısı diyorlar ya öyle bir şey. Bir de Ruslar Kars’a kadar geldiği için eğer demiryolunu verirsen istediği an Samsun’a asker indirecek adam, o yüzden demiryolu yaptırmıyoruz. Bunun acısı Sarıkamış’ta çıkıyor. Kafkas cephesini açıyorsunuz, Ruslar Kars’a kadar askeri her şeyi ile indiriyorlar; yiyeceği, içeceği, malzemesi… Biz adam nakledemiyoruz. Suriye’den asker getiriyoruz, ne kılığı uygun ne kıyafeti uygun. Bunlara doğru düzgün yiyecek, ilaç, şu bu vs. sağlayamıyorsunuz, tamamen sefillik. Yani hep bir yerlerden iş dönüyor dolaşıyor vatandaşın ensesine vuruyor maalesef. Yani 90 bin asker gitti falan, öyle değil. 22 bin muharip askerimiz orada hayatını kaybediyor. Bu çok büyük bir rakamdır. Bunların önemli bir kısmı silah atmadan ölenler ve devlet maalesef geri kalan ile de ilgilenemiyor. Sarıkamış’ta 1940’lı yıllarda fark ediyorlar açıkta asker, şehit cenazelerinin olduğunu, onları toparlıyorlar. O anıtlar vs. o zaman yapılıyor. Yok, imkânınız yok, maddi sıkıntılarınız var. Kolay bir şey değil, yani dönemin büyük devletleri sizi artık paylaşıp işi bitirme konusunda anlaşmış. Diyorlar ki: “Bu barbar Türkleri geldikleri yere gönderelim.” Her ne kadar kendimizi paraladıysak da Cumhuriyet döneminde biz bir türlü kendimizi beğendiremedik. Bakın Atatürk dönemi tarih, dil politikaları, Türk Dil Kurumu çerçevesinde çıkarılan güneş dil teorisi vs. bunların hepsi Batı dünyasına “ilmi olarak bu millet insanlık tarihine katkı sundu” diyebilmek adınadır. Yani Türkler dünya medeniyetine katkı verdiler ama maalesef muhatapları inandıramadılar. Bakın Avrupa Birliği meselesinde ekonomisi Türkiye’den çok daha kötü olanları alıyorlar ama Türkiye’yi almıyorlar. Çünkü yaşanmış bir geçmiş var. Bugün olarak bakmıyor adamlar, yani unutmuyor geçmişi. Sonuçta 1000 yıllık bir Türk tarihi var adamların gözleri önünde, hâlâ bir daha gelirse diye düşünüyorlar.
2. Abdülhamit’in zamanı 1. Dünya Savaşı’na çok yakın bir zamandı. Bu anlamda, 2. Abdülhamit 1. Dünya Savaşı’na giden yolda kendi ülkesinin yani Osmanlı’nın menfaati gereği ne tür bir siyaset izlemiştir? Almanya ile daha çok denge siyaseti yaparak mı bir politika belirlemiştir?
Almanya ile evet; ama bunun yanında İslamcılık politikası, içerde İslam birliği dışarıda hilafetin ön planda olduğu bir siyaset; hem dünya Müslümanları ile bir gönül bağı oluşturmak hem de onların desteğini almak, içeride ise hilafeti öne çıkarmak. İslam’ı her yönüyle öne çıkararak devlet, millet bütünlüğünü sağlamaya çalışıyor. İçerde güçlü olursanız dışarıda güçlü olacaksınız. Bu çerçevede bir yandan da işte İngiltere ile Almanya ile Rusya ile ilişkileri dengeye koyduğunuz zaman siyaset yürür. Ama 2. Abdülhamit, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını biliyordu ve bu savaşa büyük bir devletle beraber girmek adına elinden geleni yaptı. Abdülhamit’e göre denizlere hâkim olan bir güçle ittifak yaparsanız, başarılı olursunuz. Bu devlet İngiltere’dir. Her şeye rağmen, İslam Birliği Politikası dâhil olmak üzere hepsi Osmanlı Devleti’nin yeniden İngiltere ile müttefik olabilecek bir pozisyona gelmesini sağlamaya dönüktür. Yani Abdülhamit olsaydı, biz savaşa girmezdik, şu kadar daha yaşardık diye bir şey yok. Zaten tarihte olup biten üzerinden şöyle olsaydı böyle olurdu diye bir şey söyleyemezsiniz. Ama Abdülhamit bunun hazırlığını yaptı. Ben Abdülhamit’in Çanakkale Müdafaası diye bir kitap hazırlamıştım, daha doğrusu bir makale hazırlamıştım fotoğraflanınca kitap oldu. 93 Harbi’nden sonra hem Rusya’ya karşı İstanbul Boğazı hem diğerlerine karşı Çanakkale Boğazı’nı tahkim ediyor. Birinci Dünya Savaş’ındaki o direnişin arkasında dört kademeli o tahkim vardır. Bunu yapan 2. Abdülhamit; yani daha o tarihte bu işin farkında ve hazırlık yapıyor, cepheleri güçlendiriyor. Ama şöyle bir zorluk var; devletin geleceğine, varlığın devamına olan inanç yok insanlarda. Tophaneden işinin ehli bir general bulacaksınız devlete sadık. Abdülhamit bir not ilave ediyor: Sefaretlerin adamı olmayacak. Birilerinin adamı olursa dini de kullansa başkalarının maşası olmaktan başka bir işe yaramıyor. 15 Temmuz’da da gördük.
Röportaj Ekibi: Yasemin KARAKULAK, Samet ÖZDEMİR, Önder ÇULHACI, Mehmet Emre KAHRAMAN, Sümeyye CÖMERT, Fatma GÜLTEKİN, Batuhan AYGÜN, Ahmet AYKUT, Kadir TOZCU.